Nisan 12, 2006

İlk Gün

Hayatım boyunca pek erken kalktığım görülmemiştir. Uykuyu çok sever, uyanmaktan nefret ederim. 7 Nisan sabahı 06.00'da kalktığımda da durum pek farklı değildi. Alarmı 15 dakika erteleye erteleye saati 06.45 etmiştim. Çantaları son bir kontrol ve hoop evden çıktım. Kahvaltıda yenecek en güzel şey olan boyozu da yanıma alıp servisimi beklemeye başladım. Arabası 09.00'da kalkacak birisi 08.00'de servise binmiş olmalıydı ben 35 dakika geciktim. Dolayısıyla ecel teri dökmeye yakın kıvama gelip kendimi otobüse attığımda beni boyozdan başka bir şey kendime getiremezdi -itiraf ediyorum mtlda boyoz yemeyi unutmadım, gevrek almayı unuttum-. Sonrası malumunuz saatler süren yolculuk. Bursa'ya kadar tek gelmiş olmanın verdiği rahatlıkla yayıldıkça yayılmacılık. Feribotta içilen sigaraya bakıp tıklım tıklım yalnızlık oynamacılık. Denizin köpüren sularıyla beraber hayatın sabun köpüğü halini düşünerek üzülmecilik, üşümecilik. İnsan kendini belki de en çok geçip giden güzelliklere "bak" diyecek birini bulamadığında yalnız hissediyor, bilmiyorum. Yalnız geçen saatlerin ardından "Avrupa Kıtasına Hoş Geldiniz" tabelası ve benim dolan gözlerim. Çünkü İstanbul, ben seni çok sevdim! Ardından Ttku'yla buluşmamız ve 7 ayın hasretini giderme çabalarımız. Taksim'e gidip karnımızı doyurmamız Renal, Léon ve Senem'le buluşmamız, Pendik adı verilmiş -Ankara'nın yolunu yarılayacağımız vakit uzaklıktaki- semte yolculuğumuz... İçtikçe yorgunluğu alan votkalar, şaraplar... Gözlerimiz kaydıkça netleşen, sevgimizle belirginleşen kare hayatlar... İstanbul'un ilk gününe sığan, sığabilen manzaralar. Ah İstanbul, göğsüne hoş geldim. Lütfen uyut beni. Unuttur beni.



***

Hayatta hoş şeyler de olmuyor değil hani. Döndüğümde gördüğüm maillerime gizlenmiş 2 küçük sır. Biri iş, biri özel hayatla ilgili. Küçük dağları yaratmadığımı biliyorum çünkü daha büyüklerini yaratabileceğimi hissediyorum desem çok mu havalı olacak sanki?..