Aralık 30, 2006

Fck the System

Elektrikler sürekli gidip geliyor, gidip geliyor, gidiiiiip geliyor...
Sonunda olan oldu, bilgisayarım system hatası vererek açılmamaya başladı. Bir bu eksikti. Bugün yılbaşı öncesi. İyi şeyler düşünmem lazım. Yine de format, Windows kur, programları yeniden yükle...
Ne gerek vardı şimdi bütün bu işlere, hem de ben format atmayı ve Windows kurmayı bile bilmiyorken...
Bildiğim bütün küfürleri hatırlayıp hepsini yutuyorum. Bardağa iyi tarafından bakayım desem de bakamıyorum.
2006 giderken sistemimi de götürmek zorunda mıydı?!

Aralık 28, 2006

Gül Gül Ölürsün*

Yılbaşı cini Jelatin'in eşsiz dansını görmek için tıklayın

Mutlu yıllar Jelatin ve tüm bloggerlar, tüm okurlar!

*ilahi jelatin sen bir ömürsün

Aralık 26, 2006

Sene 1945

"öfke ile beslenen çocuklar yalnızdırlar
...
senin gibi benim gibi
onlar da hep insandılar..."
~~~
Fırtına öncesi sessizlikmiş meğer. Fırtına kopunca anladım ki, o da değilmiş... Böyle çok güzel oldu bence, yeter artık.
Herkese benden "Sezen Aksu - 1945"

Aralık 25, 2006

Dut

Klavyemden çıkan takırtılar ve burnumdan gelen hırıltılar eşliğinde içmeye çalıştığım Tylol Hot'tan da anlaşılacağı üzere; acayip hastayım. Ruhumun "kasa kasa toplanmış, turuncuya boyanmış, portakallar kadar" sıkılmış olması yetmiyormuş gibi bünyemin verdiği bu mikropsal alarmlara da boyun eğmek zorundayım. Tam "ee yeter ama çok üzerime geliyorsunuz" diyecekken* yan odadan gelen müzik sesiyle bir elimde bardağım, diğerinde sırılsıklam peçetem öylece kalakaldım. Zira Nil Karaibrahimgil'in sesi "plaka yerli bak sırtı terli" diyebilecek kadar yaratıcı ama benden bir o kadar uzak durasıca insan Ceza'yı bastırmaya yetmiyordu. Ceza yetmiyormuş gibi bir de abimin şarkıya eşlik ederken "voou voou" demesiyle ben iyiden iyiye hasta oluyorum. Ağız tadıyla bunalıma bile giremiyorum. Cık cık cık...
*desem ne değişecekse artık.

Ayrıca dahice düşünülmüş manyakça fikirler üreten adının Gülgün olmasından şüphelendiğim şahıs butonları değiştirmeye başlamış. Jelatin'inkini feci kıskandım kendim için daha iyi bir performans bekliyorum. Yoksa çok üzüleceğim.

Ayrıca Araf o tüm klişe korku filmlerinden çalınmış sahneleri olmasa çok güzel bir dram filmi olabilirmiş ama korku kategorisinde sunuluyorsa tek yapabileceğim "rezalet" demek ve Akasya Asıltürkmen'in oyunculuğunu tebrik etmek. Film boyunca arkadaşımla sahneleri tahmin ettik. Eğer sahne tahmin etme oyunu oynayacaksanız bu filmi mutlaka oynayın derim.

Ve son bir ayrıca; sırf ben söyledim diye batmayangemi'lerine yepyeni bir yazı giren Jelatin eskiden benden nefret ettiğini sanıyordum ama artık eminim. Ben de seni!


Üf

Hayatım çok rutinleştiği için belki de artık anlatacak bir şey bulamıyorum. İnsanın söyleyecek sözünün olmaması ne kadar kötüymüş meğer.
Eskiden kullanıcı adı ve şifreni yazıp "login" olmak kadar kolayken yazmak; şimdi yazıp yazıp silmek, yanıp sönen imleçe bön bön bakmak, yazmasan da sayfayı ısrarla kapatmayarak simge durumuna küçültmek...
Sanırım f klavyeye ihtiyacım var!

Aralık 20, 2006

Teraziye Denge

Evet sevgili okurlarım burcumun getirdiği bir özelliği yine dibine kadar yaşıyorum; kararsızım. Bu konuda bu cümleleri okuyan herkesten yardım bekliyorum. Aldığım ama okumadığım kitaplarım birikti ve birine başlamak istiyorum, acaba hangisine? Ben kitapları numaralandıracağım, yapacağınız tek şey yorum olarak, mail olarak, cep telefonuma mesaj olarak, posta kutuma mektup olarak o kitaba karşılık verdiğim numarayı bana yollamanız.
En hızlı yollayan kazanmıyor be okuyucu, keşke kazansaydı -işte tam bu cümleyle kendimde bir jelatin potansiyeli sezdim-
Neyse kitaplar aynen şöyle;

1) Cevdet Bey ve Oğulları - Orhan Pamuk
2) Memleketimden İnsan Manzaraları - Nazım Hikmet
3) Tanrı'yla Bir Daha Hiç Konuşmayacağım - Enis Akın
4) Sylvia Plath - Günceleri
5) Sylvia Plath - Üç Kadın
6) Sylvia Plath - Suyu Geçiş
7) Deccal - Nietzsche
8) Böyle Söyledi Zerdüşt - Nietzsche (İş Bankas Kültür, kaliteli yayınevi- sanırım 4. kez okumaya başlarım)
9) Sylvia Plath'in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi - Nilgün Marmara
10) Yüzbaşı Corelli'nin Mandoloni - Louis de Bernieres (filmi izlemedim)
11) Ferrari'sini Satan Bilge - Robin Sharma (ısrarla okumuyorum, okumuyorum)

Evet sevgili okurlarım stoğumuz bunlarla sınırlı, düşünün, taşının, kararınızı verin ve numarasını benimle paylaşın!

3 Çiçek

Sevdiğim ve görmek istediğim tüm insanları aynı anda aynı şehre toplayacak lükse sahip olmadığım için bizzat kendim her daim yollara düşüyorum.
Bu sefer falımda denizsiz memleketler çıkıyor sanırım hadi hayırlısı. Bayramda ne kadar çok para toplarsam o kadar çabuk giderim.

"bi türk kahveni içmeye geliriz artık" -el yapımı bardak yolda kırılır-
"yüzünün yarisini bana vereceksin" -asla Türkçe karekter yok-

"civcik gibi bir şeyim ben ya" -ahahahahahahahahahhaah-

öptüm sizi.

Aralık 19, 2006

Banane Diyebilme Hakkınız Var

Derslerde tuttuğu notları evine gittiği zaman defterine geçiren, tüm derslere vaktinde giren, aralarda anlamadığı/kaçırdığı yerleri öğrenmek için hocaların peşinde pervane olan, notlar asıldığı zaman yüzünde kelebekler uçuşan bir öğrenci olmak yerine; tuttuğu notları biriktirip vizelerinden birkaç gün önce okuyan, sabah derslerine uyanamadığı için giremeyen, öğle derslerinden sıkıldığı ya da arkadaşları beklediği için çıkan, kaçırdığı/anlamadığı yerleri "arkadaşa sorarım" diye erteleyen ama hiç sormayan, notlar asıldığı zaman yüzünde ya balyoz yemiş ifadesi ya da orta şekerli kahve içiyormuş hali bulunan bir öğrenci oldum.

Kendime yılbaşı hediyesi olarak Head&Shoulders ve birçok çikolata aldım. Sylvia Plath arşivimde sadece Ariel eksik onu da almak üzereyim. Johnny Panik'i yayınevi yollayacak umarım- Odamın duvarlarına kesilmiş kırpılmış siyah beyaz fotoğraflar yapıştırdım, 3 tane renkli kalemim var ama hiçbirini kullanmıyorum, en sevdiğim metal kısmının rengi bakır rengine dönmüş tepeden basmalı tükenmez kalemim.
Ben özümde gerçekten iyi biriyim.

4.6.01

Metro istasyonunda bulunan dokunmatik ekranlı şehir ve ulaşım rehberi aletine hiç tereddütsüz yaklaşıp Mezarlık Bilgileri kısmına dokunup çıkan ekrana gerekli bilgileri yazıp anılarımı tazeleyecek kadar, moralimi yerin dibine sokacak kadar salağım, o kadar insanın önünde elim ve gözlerim ekranda kıpırdamadan ağlayacak kadar da insanım.

Sadece çok özledim...

- K. Pulmoner Arrest / 04.06.2001 / 05.06.2001 - yazıyordu ekranda. Ne yazık ki harfi harfine doğruydu.



nur içinde, Dede.

Aralık 18, 2006

Seredite

Şimdiki aklım olsaydı çocukluk kitaplarımı bi'kaç milyona satmaz, iki üç paket jelibon için onlardan vazgeçmezdim.
Belki bu pişmanlığım yüzünden şimdi bu kadar despotum kitaplarım konusunda. Kimseye güvenemiyorum, emanet edemiyorum, ödünç veremiyorum. İstisnalar her zaman olduğu gibi bugün de kaideleri bozmuyor, acaba bu lafçık öbeği icat edilmeseydi bugün böyle durumlar için ne diyecektik?

Dükkanlar ışıl ışıl, evlerin pencerelerinden gördüklerim çam ağacı olamaz, olmamalı. Eskiden biz de hazırlanırdık, hazırlardık. Bazılarını kendimiz paketlediğimiz hediyeleri orta boy yapma ağacımızın altına sıralardık. Beklenen saat gelip de kah geri sayan şarkıcılarla kah dansözlerle televizyon ekranları coştuğunda biz de kafamızda rengarenk ve parlak koni şapkalar, ağızlarımızda purtfçuk purtfçuk diye ses çıkartan o düdükümsü şeylerle eğlenirdik. Herkes birbirini öper ve deliler gibi gülerdi.
Sahi kaç sene önceydi?...

Aralık 13, 2006

Aralık 12, 2006

AA

Sırf kafamdaki düşüncelerden kurtulmak için çok meşgul olmak istiyorum bazen. Bir sürü vizem, hazırlamam gereken yazı ve röportajlar, temize geçilmesi gereken notlar, gidilecek konserler, gidilecek yerler, çekilecek fotoğraflar arasında kaybolayım, yitip gideyim kafamı bile kaşıyamayacak hale geleyim istiyorum.
Sonra böyle zamanlar gelince de yatağıma uzanıp kitap okumayı, salak salak bilgisayar ekranına bakarak kahve sigara kombinasyonu yapmayı, çektiğim fotoğrafları aktarmayı, binbirinci kez Sylvia'yı izlemeyi, binbirinci kez ağlamayı, yaptığım boş vakit değerlendirme işlemleri arasında huzur bulmayı istiyorum.
Anlıyorum ki ben dengesiz ve doyumsuzum. Bir ilkokul anketiyle karışlaşırsam eğer en sevmediğim özelliklerime bu ikisini rahatça yazıp senelerin boş bırakılmış anket sorusu kısmını doldurabilirim.

Gmail bile hata verebiliyorken, "sen kimsin?" demezler mi hiç?...

Aralık 11, 2006

Uç Ak

Tam uyuyacakken aklıma gelen alengirli -afili ile aynı anlamda sanırım- cümleler, kelimeler sabah kalktığımda hiçbir zaman bıraktığım yerde olmuyor. Oysa ben onları her zaman uykuya geçmeden önce bir kez sesli tekrar ediyor ve ardından okuduğum kitabın üzerine bırakıyorum ki kimse onları ezmesin. Fakat gel gör ki sabah kalktığımda kitap orada, hiç çalmayan ve sadece saate bakmak için kullandığım cep telefonum da orada ama o cümleler yok. Ara ki bulasın. İmkansız gibi bir şey adeta. Zaten imkansızdan pek haz etmem, bu yüzden aramıyorum ve belki de milyonlar satacak kitabımın cümleleri böylece derbeder olup yitiyor ben de meteliğe kurşun atmaya devam ediyorum.
Mesela şu kız ile aynı şeyleri düşünüyoruz, bugün gördüm:
"gunlerdir kendime bir canta ariyorum, gordugum her monta karsi bir sevgi besliyorum. her etegi, her ayakkabiyi, bin bir cesit hirkayi deneyesim geliyor. yuz bardak kahve icmek, bes yuz tane film izlemek istiyorum ama kendimi tutuyorum. biri sirtimi cignese ne super olur."

Günlerdir aradığım çantayı buldum, gördüğüm her monta sevgi besliyorum çünkü hala bir montum yok, etek denemeyi hiç düşünmedim ama ayakkabı ve hırka olabilir. Yüz bardak kahve içmek ve tek şekerli sütsüz kahvemi içerken beş yüz tane film izlemek istiyorum ama kendimi tutuyorum. Çünkü şu sıralar Araf'ı okuyorum ve Ömer gibi mide kanaması geçirip kan pıhtıları kusmak pek tercihim değil.
Ben çocukken herkesin sırtını çiğnerdim artık birinin sırtını çiğnemeye kalksam o kişi öleceğinden kimse bana sırtını çiğnetmiyor. Ayrıca 30 tane fotoğraf bastırmak için az sonra dışarıya çıkacağım.

3 gün sonra çok heyecanlı bir gün olacak ama ertesi gün bütün heyecan bitecek. Hayko Cepkin'i hiç sevmiyorum, favorim pazartesi sabahları gözkapaklarıma oturan fil ve hiç gitmediğim İnsan Hakları dersi.

Aralık 02, 2006

Erdal Kınacı - Engel(siz)

Bilmiyorum belki duymuşsunuzdur...
Erdal Kınacı Mersin'de doktorluk yapıyor ve 20 yıldır fotoğrafla uğraşıyor. Alttaki fotoğrafıyla National Geographic’in düzenlediği Uluslararası Fotoğraf Yarışması’nda, bir Türk sanatçı birinciliği elde etti. Erdal Kınacı’nın çalışması, “İnsan” kategorisinde en iyi yapıt seçildi.


Kendisiyle ve eşiyle bugün İzmir'de açılan sergisinde tanıştım. İkisi de hayatımda gördüğüm en sıcakkanlı ve mütevazi insanlardan... Umarım bu başarıyı hayatı boyunca hiç kaybetmez... Sergisini mutlaka bir gün gidip görün derim ben, hiçbir şey kaybetmez belki çok şey kazanırsınız.

Engel(siz) Yaşam için Fotoğraflar Sergisi;

1-16 Aralık 2006 tarihlerinde İZMİR Çetin Emeç Sanat Galerisi'nde

3-10 Aralık 2006 tarihlerinde AYDIN Vali Yazıcıoğlu Kültür Merkezi'nde

5-14 Ocak 2007 tarihinde ANKARA Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde gerçekleşecektir.

Sergi daha sonra, İstanbul, Mersin ve Adana'da da izlenebilecektir.

not: Hakkında daha fazla bilgi ve fotoğrafları için aşağıdaki linklere bakabilirsiniz. Bir ara sergiden bi'kaç fotoğraf ekleyeceğim.

http://www.fotograf.net/erdalkinaci/

http://erdalkinaci.deviantart.com

http://www.fotofanclub.com/Club/Member.aspx?ID=384

http://www.fotokritik.com/kullanici/?id=1994

Kasım 30, 2006

Sağ ol Blogger

Ben hala fotoğraf çekmekle uğraşayım, yazıyı boşlayayım...
Bugün tanınmanın hazzını ve tanımamanın kekemeliğini bir arada yaşadım. Fehmi Can ile fotoğrafçılık derslerini aldığımız amfide karşılaştık. "Blog yazıyor musun" demesiyle verdiğim "hö?" tepkisi için kendisinden özür diler, beni saçlarımı kestirdiğimi ilan ettiğim zamandan beri takip ettiği için kendisine teşekkür ederim.
Şimdi ben bu gazla bir ders çalışırım bir ders çalışırım, gider yarınki vizeden 100 falan alırım. Cumartesi günü de Bozdağ'a geziye gider, fotoğraf çekip kafamı dağıtırım.
Ooh daha ne istiyorsun terskose, belanı mı?

not: speşil veri speşil tenks tu Fehmi Can.

Kasım 27, 2006

Saç

Yıllar önce bir gün...
Büyük heyecandı berbere annemsiz gidecek olmam. İlkti ve ben o koltukta otururken tamamen yalnız olacaktım. Saçlarımı çok kısaltmak istemiyordum, "sadece düzelt" diye bir şey duymuştum. Sadece düzelt, dedim. Sadece düzeltti.
Eve döndüğümde annem elimden tuttu, berbere geri götürdü. Saçlarımı istediğimden çok daha kısa kestirdi.
Şimdi belki bu yüzden ben Ferhat Abi'ye ne zaman "şuraları sadece düzelt, şuraları kısalt" desem o hepsini kısaltıyor.
Fakat yaş kaç oldu, hem annem de artık kızmıyor... Öyleyse neden hala istediğimden daha kısalar?

Kasım 24, 2006

Problem

Şimdi çok şey anlatmak istiyorum, hatta açık açık böyle her şeyi yazmak istiyorum. İsim de vererek, küfür de ederek, ilan da ederek, aşk meşk de ederek ama kodlardan oluşan bu yerde sergilenecek ve buz gibi ekranlarınızdan okuyacağınız o kelimeler benim hissettiğim kadar değerli olacak mı?
Hayır.
O zaman n'apıcam ben? Blogger günü falan mı?

Kasım 22, 2006

Powered by

Ttku.

Madem blog araç, yazı amaç o halde göz yormaya, detaylara, kalem kırıp kaş çatmaya ne gerek!
Yazalım, okuyalım, düz hatta dümdüz olalım oh ne güzel, ne ala. Zaten ortada bir template olmadığından sıkılma olasılığım da en aza indirgendi. Şimdi bir sigara yakıp yarınki vizeme nasıl hazırlanacağımı düşünmeliyim, iyi geceler.

Ben Güneş Sen Ay

Fotoğrafımın çıktığı Radikal Genç masamda, notlarım ve ders kitaplarım diğer masada, Sour Cream & Onion Pringles -Vintage yüzünden- da o masada, bir adet "üç al iki öde" kampanyalı Dalin ıslak havlu paketi - neden aldıysam - de orada, yine bir paket Winston Box ve iki paket damla sakızlı First orada.
Ben burada, düşünceler kafamda, okumam gereken kitaplar üst üste rafta...

Her şeyin bir yeri var, bir haddi, sınırı var. İşte bu sınırı aşan kimsenin ağzına biber sürülür, eline cetvelle vurulur. Ha bunlar illa fiilen yapılmak zorunda değil, yazı da adam dövmenin bir diğer yoludur:

Meşgul insanlara kanca takmaya çalışmak, aşağılık komplekslerini unutup başkalarını komplekse sokmayı amaçlamak ve gereksiz yere hem de seni hiç ilgilendirmiyorken başkalarının hayatlarına balıklama dalıp - hem de hiç güzel olmayan burnunuzla - karışmak ve onların hareketlerine kulp takmak hiç mi hiç yakışmıyor sana.
Dediğim gibi her şeyin bir yeri, bir haddi, sınırı var. Yerinde dur! Haddini aşma! Sınırdan çıkma!
Pardon ama yaşınız kaçtı?

lay la lay la lay.

Kasım 17, 2006

Grip

FF'lik bir İnsan Hakları vizesine kapak maiyetinde geçen AA'lık Hukuk vizem de olmasa hayata küsebilirim. Zira dün geceyi migren nöbetleri ve sabaha karşı ağrı kesicisizlikten kafamı kah duvarlara vurup kah kravatlarla sıkıştırıp sabahın köründe komşudan ağrı kesici isteyerek geçirdiğim yetmezmiş gibi 17 saat sonra uyandığımda artık ben de griptim!
Belirli aralıklarla gelen öksürük krizlerini, sol burnumun tıkanıklığını, dilimin tatma işlevindeki kaybını, gözlerimin yanmasını vesaire vesaire, saymazsak bugün güzel bir gündü.

Kasım 12, 2006

Hoca Karşılaştırıyorum

Mesela yarın ilk vizeme girecek olabilirim. Hatta vize sahibi hocamız 1.50 boyunda, 60+ yaşında, ilk dersimizde"hocalarınızın hiçbirini eleştirmeye hakkınız yok, ben Nasır N...., dersimiz bitti" diyebilecek bir İnsan Hakları eğitmeni olabilir. Bu vizeye hazırlanmamak da benim en doğal hakkım. Paşa paşa FF'imi alırım hocam dert etmeyin sakın.

Ama bir de Siyaset dersi hocamız Gülgün Hanım var ki adeta çok seviyorum, adeta onunla daha çok konuşmak ve engin bilgilerinden faydalanmak istiyorum. Kendisi çok birikimli ve iyi biri. Geçen ders ben koskoca amfide bir şey söyledim ve o da tahtaya yazdı. Söylediğim şey tam da onun katıldığı ve anlatacağı şeydi, bu beni çok mutlu etti.
Bir gün okula gelirseniz sizi tanıştırırım, hem benim de hocamla konuşmak için iki fırsatım olur. Ne de süper olur! Şimdiden heyecanlandım, gelin tamam mı? Salı saat 08.30'da Şölen Cafe'nin önünden alırım ben sizi. Ama bu hafta değil 2 hafta sonra, şimdi vizelerim var.

Kasım 10, 2006

Korkma Demeyi Öğrenemedik

Saat sabahın 07.30'u. Yataktan kalkmak, hatta bunun adı kalkmak değil; kendimi kazımak öyle zor geliyor ki...
Ama gidilmesi gereken bir okul ve vize öncesi girilmesi gereken son Türk Dili dersi mevcut. Gerek küfürlere boğularak gerek gözlerimi ovuşturup esneme efektleriyle odamı çınlatarak uyanıyorum ve metroya binip okula gitmeden önce ulaşmam gereken Üçyol kalkışlı metro istasyonuna doğru yaklaşık 15 dakika kah yokuş yukarı kah kaldırım / cadde istikametinde yürüyorum. Hava da amma soğumuş, mevsimlerin de dengesi kaçtı artık, teey tey.
Ders sınıfına ulaşıp sıraya yayılmadan önce tükettiğim Akdeniz nektarı, sade poğaça ve sigara vücudumda gezinedursun ben çıkartmışım çantamdan kitabımı hoca gelene kadar tek gözle okumaya çalışıyorum zira bir gözüm hala uyumakta. Biraz vakit geçince hoca geliyor ve "anma töreni" için bahçeye, Edebiyat Fakültesi önüne, toplanmamızı istiyor. Aşağıya indiğimde gördüğüm durum; vahim! Saygımızı, özlemimizi, hatırladığımızı belirtmek için gerçekleştireceğimiz saygı duruşunda yaklaşık bir avuç öğrenci ve birbirinden tamamen habersiz "aa bugün 10 Kasım mı yaa" havasında birkaç iyi -erkeklerimiz takım elbiseli, kadınlarımız fönlü ve yüzleri boya küplü- öğretim görevlisi ve dekanımızla saygı duruyoruz. Yüzümüz binaya dönük anasınıfı çocuklarına yaraşır ebatta gönderde yarıya indirilmiş bayrağımıza bakıyoruz. Sonra bir sessizlik oluyor e hadi bir dakika duralım bari havasına giriyoruz. Ardından sirenler, kornalar ve nihayet İstiklal Marşı'nın başladığını duyuyoruz uzaklardan... Söylememiz gereken yerde kimseden çıt çıkmıyor. Şoku atlata atlata Meksika dalgası halinde yavaş yavaş yayılıyor sesimiz. Öyle cılız ve öyle bıkkınız ki! İstiklal Marşı bitiyor ve anlamlandıramadığımız bir saygı daha duruyoruz. O kadar acınacak bir durum ki kimse kaç dakika durduk, "yahu biz ne yapıyoruz?" bilmiyor.
İşte ben bugün lisede hizaya geçmemiz, çıt çıkartmadan durmamız için ve sabahın köründe önünde orgu, yanında "Korkma" sesini verecek öğrencisiyle hazır ve pür dikkat duran dominant ve okulumuzun "evde kalmışı" etiketiyle dalga geçilen müzik öğretmenimizi anımsıyorum. Biz burada cebelleşirken o bir bahçe dolusu öğrenciyle okulun bahçesini inletiyordur şu an...
Ata'm n'olur bizi duymamış görmemiş de onları duymuş ve görmüş ol. Çünkü izin neresi, hangimiz izindeyiz önce bir uyanmamız ve sonra ona karar vermemiz lazım. Çünkü biz emanetine sahip çıkan (!) 19 Mayıs'ı bile aşmış üniversiteli Türk gençleriyiz!..

Kasım 09, 2006

Açıklama

Bu blogu ilk açtığım gün şu an birçok insanın yapmakta olduğu şeyi, başka yerleri kirletme eylemini, kendi sayfamda yaparım, içimi döker rahatlarım, kimse okumasa da olur, biz bize yeteriz mantığındaydım.
Zamanla yazdıkça gelişmek ve değişmek, beğenilmek ve eleştirilmek hoşuma gitti, yazma eylemim ivme kazandı.
Ve yine aynı zaman bir gün gelip kalbimin üzerine bir taş, avuçlarıma da bir fotoğraf makinesi koydu ve yazma eylemini bir virgülle durdurdu.
Zamanın oraya koyduğu o taş ne 'zaman' kalkar bilmiyorum ve gariptir ki hiç hissetmemem gereken bir duygu olsa da yazmadığım günlerin üzüntüsünü duyuyorum.
Bu bir nevi ihanet benim için yazmıyor olmam, hayır size değil... Yazdıklarıma ve yazacak olduklarıma!
Zira artık kim, ne, nerede, kiminle kavramlarıyla ilgilenmekten ziyade öznenin kendim olduğu cümleler kurmayı tercih ediyorum. Belki de bu zaten hep böyleydi, buzun görünen kısmı artmaya başladı.
Ayşe Arman bile ne demiş zamanında: "Kimse Okumazsa Ben Okurum"

//

hadi buyur bakalım hoşgeldin.

Ekim 07, 2006

Dırıdım Dırıdıdım

Genel bir sıkkınlık hali var üzerimde. Bloglardan -kendi blogumda dahil- feci soğudum. Bilmem kaç yıllık blogger olarak -yaklaşık 2- bu durum beni çok üzdü, anlatılmaz yaşanır! Ömrümün sonuna kadar blog yazmayacağım/okumayacağım sanmaya başladım. Bunu da kimselere belli etmek istemedim, üzüntüme ortak olmayın, siz de sıkılmayın diye. Ben aslında çok düşünceli ve şahane bir insan, kıytırık bir blog yazarıyım. Tüm bu dertler sonsuza kadar kalacak, kahretsin, delete this blog...............
derken bugün o şahane blogger, kızıl saçlı güneş; Küldeysak ve hayatımın büyük bir bölümünü kapsayan değerli kişi; Vaiz ile oturduk, konuştuk. Kül Hanım dediler ki "saçmalıyosun Terso bu hepimizin başına gelen bi'şeay, dönem dönem oluyo yaniea."




O an anladım ki beni sıkan şey bu monotonluk, bu aynı suda yıkanmaya kaçıncı kez kalkışım ve bu nadide "template"e ortak olan başka insanların da olması. Oysa ki hepimizin öğrendiği ilk felsefi cümledir "aynı nehirde/suda/denizde/gölde/çayda/ırmakta/vb. iki kez yıkanılmaz."
Ah ne güzel söylemişsin Herakleitos, kalk mezarından öpücem valla!

Değişeceğim arkadaşlar, bi bekleyelim ve neler yapabiliyoruz görelim önce. Bunca yıllık blogger dostlarım ve değerli Oky, toplanıyoruz arkadaşlar. Bu havada gidilmez. Blog hayatım burada bitemez. Acil durum değerlendirmesi talep ediyorum!

Ekim 02, 2006

Rosyz

Kuvvetli bağlar kurmak lazım her şeyle...
Rüzgarın yerle bir edemeyeceği ya da insanların incitemeyeceği...
Hayatla böyle bir bağ kurdum sanırım aramda, ne kadar aşındırmaya çalışsam da boş, bir yerlerim hep tutunuyor. Köküm en dipte, oynamıyor...
Yine de depremlere hazırlıklı olmak lazım, neler geçip gidiyor...

//

Muhteşem derslerim var hukuktan siyasete, iletişim tarihinden psikolojiye, iletişim bilimlerinden -ingilizce- inkilaplar ve insan haklarına, bilgisayara... Donanımlı olmak lazım alaylı olmak yetmiyor bazen.

Eylül 22, 2006

Tavsiye

Kaç ay geçmiş, neden hala yazmıyormuşum gibi şeyleri geride bırakacak olursak, tavsiyelerde bulunmak istiyorum.

Film olarak;
Cahil Periler - Le Fate Ignoranti
Karşı Pencere - La Finestra di Fronte
Düşler, Tutkular ve Suçlar - The Dreamers
Sylvia
Karanlıkta Dans - Dancer In The Dark

Kitap olarak;
Kızıla Boyalı Saçlar - Kostas Mourselas
Mahrem - Elif Şafak
Piç - Hakan Günday
Kırmızı Pelerinli Kent - Aslı Erdoğan


hemen hemen hepsi eski kitaplar, filmler ama hala okumadıysanız/izlemediyseniz ve boş vaktiniz ve fazladan naktiniz varsa hiç beklemeyin. Pişman olursanız, buradayım.

Okulum açıldı, pazartesi dersler başlıyor. Gazetecilik yolundaki ilk adımımı -staj ve Mavişehir Life'taki yazarlığı saymazsak- İletişim Bilimleri'ni İngilizce okuyarak atıyorum. Bu konuda çok kızgınım. Ama psikoloji ve iletişim tarihini seçebildiğim için de çok şanslıyım. Başlıyoruz, hadi bakalım...

Eylül 13, 2006

Başlangıç

Ayak bilekleri kırılan annelerin kemiklerine platin ve çivi takılıyor, çocuklarından biri kitap okuyor, birinde sıkıntıdan egzama çıkıyor.
Yaş 48, 18, 21.
Ekstra zaman değerlendirmek ya da mutluluğa kaymak eklemek için gerekli belki de 'blog' yazmak.
Hayat ne güzel mi? Trallalala ya da fiyu demek için geç kalmadık mı Sebahat Abla?
.
Ama sonbahar.

Hepiniz hoşgeldiniz, sezonu açıyorum!

Eylül 07, 2006

Dikkat Dikkat

Yazarımız Terskose yıllık iznini bitirmek üzeredir.
Çok yakında -hatta bir sonbahar sabahı sayfasında yepyeni yazısını bulabilir; sevinebilir, üzülebilirsiniz. Her şey size ve onun parmaklarına kalmış durumda.
Geri sayımı başlatan mesaj bu, ancak kaçtan geriye saydığımızı henüz biz de bilmiyoruz.
Aldığımız bilgiler şimdilik bu kadar. Gelişmelerle ya da bizzat terskose ile yakında sizlerle olacağız.
Sonsuzdan geri,

Temmuz 23, 2006

Şimdi böyle çalışıyoruz, didiniyoruz tamam süper de
ne için?

Temmuz 18, 2006

Bugün Kendimi..

Şimdi şöyle bir şey: İplerimiz var ve biz onları elimize alana kadar hep başkalarının kuklaları, oyuncaklarıyız.
Ha ben de merak etmiyor muyum ne zaman alacağım benimkileri elime, bilmem ediyorumdur herhalde.

"Şebnem Ferah - Geçmişe Yolculuk" bir şekilde dinlerseniz iyi olur.

Temmuz 09, 2006

Silah Sesleri Geliyorlar

Sakalını göbeğine kadar uzatmış, cübbesiyle -cübbe mi o şey, herneyse- yerleri süpüren, en sevdiği renk türbe yeşili, en sevdiği mekan Allah'ın evi olan, mütemadiyen sarımsak, sucuk ve pastırma kombinasyonuna eklenen ve vücudunun her zerresinden adeta fışkıran teriyle burnumun direğini sızlatmak değil neredeyse kıracak kadar kötü kokan, gençliğe kökten karşı olsa da düşük belli bir kız yanından geçerken gördüğüne yemek görmüş aç bir ayı gibi bakan, sıraya girmek yerine en önde beklemek gibi bir ayrıcalığı olduğunu sanan -ve yanılan; paşa paşa sıra sonuna yollanan-, görgü ve saygıdan bihaber, kendi koltuğu yetmezmiş gibi gerek kolu, bacağı, gerekse çantası bilmemnesiyle üzerinize abanan tüm erkeklerden
ve
kızlarına evlenene kadar baba ve abisi/abilerinden birkaç adım geride yürümesi gerektiğini tembihleyen, ilkokul çağındayken başını kapattıran, gittiği türbelere onu da sürükleyen, eşarbını başına örtmek yerine ikinci bir deri gibi kaplayan, çoğunlukla günün modasının izlerini taşıyan allı pullu, güllü dallı, işlemeli giysiler giyip eşarbını da giydiklerinin renklerine uygun seçen, eline erkek eli değdiğinde sanki ateşe değmiş gibi feryat figan yakınan, hemcinslerinden bazıları parkta, merdivenlerde resmen erkeklerle kırıştıran, sadece birilerini gördüğünde toparlanan kadınlardan
kısacası dini içinde yaşamak yerine amaç ve araç olarak kullanan, cılkını çıkartan, dinden soğutan her şeyden ve herkesten ölesiye nefret ediyorum.


şüphe ediyorum bildiklerimden..

Temmuz 07, 2006

Ehöm Ehöm

Saat 02.30 sularında uyumak için debelenirken -evet çalışmak değil resmen debelenmek yaptığım şeyin adı- gerçekten de ilgi delisi bir insan olduğumun farkında vardım. Daha önceleri de biliyordum fakat bunu dönem dönem azalan, dönem dönem çoğalan bir duygu sanıyordum, yanılmışım. Ben ki bindiğim otobüsteki en yakışıklı çocuk ben miyim diye etrafına bakan; en yakışıklıysam karizmatik pozlar eşliğinde yolculuğumu sürdüren, değilsem de kafamı cama/koltuğa yaslayıp uyuyor numarası yapan bir çocuğum. Evet, ben çocuğum. Ama "olsun be seviyorum seni" desinler istiyorum, bağırlara basılmak istiyorum, tüm depresif modlarımı evde bırakıp barlara gidip eller havaya yapmak istiyorum, "çiğ mi?" diye soran herkese "hıa hıa" diye haykırmak ve Jelatin Çiçek'le geçirdiğimiz güzel günün hem tuzu hem biberi olmak suretiyle sevgilisiyle iki kez gördüğümüz Aysun Kayacı'nın dudaklarını sıkıp o genel büzüşük ve ördek ağızlı dudak formunu sonsuza kadar bozmak istiyorum.



Ben bulutların üstüne çıkıp yatmak istiyorum belki uyku oradadır. Henüz merdivenim yok, ben merdivenimi bulana kadar siz doz aşımı yapmadan ilgilerinizi gönderin. Sizi temin ederim karşılığını fazlasıyla alacaksınız.

Bi'kaç gün kendi halimde takıldım, yine değişik kararlar aldım ve birçoğunu uygulamadım. Ama "dört" ne demek hiçkimseye söylemeyeceğim. Saatlerimizi eskiye ayarlayalım. Bir daha yapıp yapmayacağım konusunda söz veremeyeceğim.
Heeey ben geldim!

not: Jelatin Ahmet Hakan desem?

Temmuz 06, 2006

Dört

Ve o, bu dünyaya ateşe kavuşmak için geldi. Sonunu hazırlayacak şeyi nasıl böylesine seviyor ve istiyordu?.. Biteceğini bile bile sarılmak, yanmaya hazır beklemek yorucu olmalıydı. Bir kez ateşle öpüştükten sonra dönüş yoktu artık onun için. Birbirlerine değdikleri ilk anda kavrulmaya başlayacak ve kırmızılığı yavaş yavaş köz olacaktı. Ardından küle dönüşecek ve kendine ait olmayan -genellikle camdan yapılmış bir yerde- tamamen yok olmayı bekleyecekti.
Son nefesin ardından üzerini bir ağırlık kaplayacak ve sonsuza kadar sönecekti. Kül olacağını bile bile devam etmek onu hiç yormuyor muydu?
Etrafına saçılmış parçaları arasında küle dönerken tek başına olmak canını yakmıyor muydu?
...

II

Temmuz 04, 2006

Dört

Bazen, kafamın yeterince dolu olmadığı ve yine uyuyamadığım zamanlarda, odaya giren gün ışığı o kadar cezbedici oluyor ki kendimi fotoğrafı çekilebilecek en şahane insan sanıyorum, fotoğraflarımı çekiyorum ama hiçbiri şahane olmuyor. Ben de fotoğraf çekmeyi bırakıp kafamı biraz daha geriye kaldırıp/yaslayıp binalar arasından görebildiğim sonsuz mavi ve çocukluğumdan beri pamuk olduğuna inandığım bulut kümelerine bakıyorum; huzur bulabilmek için.

Bazen huzur, sonsuz mavide ya da pamuktan bulutlarda oluyor ama gel gör ki bulunduğum duvar yığınlarında pencere dahi olmuyor. Böyle zamanlarda huzuru aramayı bırakıp uyumayı deniyorum, onu bile beceremiyorum.

I

Temmuz 01, 2006

Bi Bakar Mısın?

Blogumu kapatmadım, o kadar da asi veya asabi değilim. Bi'kaç günlüğüne Tekirdağ'daydım ve ben buralardan uzakken Blogger'ın bana gıcıklık yapacağı tutmuş; keyfen göstermemiş sayfamı.
Eshefle kınıyorum.
Ayrıca "hıh şımardı, kapadı yine salak!" diyenlere de buradan kucak dolusu sevgilerimi yolluyorum. Hadi canım, hadi.

Haziran 27, 2006

Arama Motorlu Ziyaretçi

Bloguma; arama motoruna sorduğun aynı soruyla sürekli uğrayan okurum buradan sana sesleniyorum.
"Bir kızı kendine nasıl aşık edersin" inan hiç bilmiyorum. Diğer aramalarım gösteriyor ki ben; "kanalturk izle"nebilen, "djarum black" içen, "waltz of the butterfly" dinleyen, "umay umay sokak soğuk" sözlerini sürekli kullanan; "pırlanta" gibi bir çocuğum. Bunları yaparsan emin ol bir kız sana aşık olmuyor. Tam tersini dene bakalım bir işe yararsa bana da haber ver, ok?
Ayrıca evet bu yazıyda oky'e özendim, ne var?
not: ve saat 6.40, ah ne güzel ne güzel seni sevmek, ah ne güzel ne güzel!

Haziran 25, 2006

Buradan İzmir'e Sevgilerimi Yollamak İstiyorum

Arada sırada gezdiğimiz de oluyor tabii.
Mesela bu fotoğraflar geçen gün yaptığımız Moda turunda çekildiler, kesildiler, biçildiler, biraz renklendirildiler sonra bir fonta yapıştırılıp "bu çocuk İstanbul'da ama fotoğraf yollamıyor hiç, neden ki?" sorunuza derman olması açısından buraya eklendiler.
Öyle çok güzel bir şey değil ama yine de bana o an'ları hatırlatıyor.




Baktıkça beni hatırlayın!

Haziran 23, 2006

N'olur Uyanma Lütfen Uyanma

"İnsomnia ya da uyuyamama hastalığı, bir uyuma sorunudur. Uykuya dalamama, ya da gece boyunca sürekli uyuyamama sorunlarını barındırır. Hastalar genel olarak, gözlerini bir kaç dakikadan fazla kapalı tutamamaktan ya da yatakta bir o yana bir bu yana dönerek uyuyamamaktan yakınırlar.
Eğer ki insomnia bir kaç geceden fazla uzun sürerse, kronik bir hastalığa dönüşerek uyuma eksikliği doğrultusunda oldukça zararlı olabilir. İnsomnia doğal uyuma dengesini bozar ve tamiri oldukça zor olabilir. İnsomnia hastaları genel olarak öğleden sonra ya da akşama doğru kısa süreli uyudukları için, geceleri de uyumakta zorluk çekerler. Bazıları da vücutlarını limitlerinde kullanmaya çalışırlar. Bu da çok mühim fiziksel ve zihinsel sorunlara yol açar.
İnsomnia ayrıca bir çok ilacın yan etkisi olarak, stres sebebiyle ya da duygusal, fiziksel ve zihinsel sorunlar doğrultusunda da oluşabilir." -by
wikipedia-

-Hayır hayır yok öyle bir şey.
-Dikkat et.
-Ederim.

Haziran 21, 2006

Oradan Geçerken Hatırladım


masalımız bitti kule,
artık rahat uyu.
çünkü benim de uyuma vaktim geldi, geçiyor..

Haziran 20, 2006

1milyon.blogspot.com Kankaları

Biliyorsunuzdur ortalıkta bir kanka furyasıdır aldı başını gidiyor. Muhteşem üçlü;

ercan kanka
izel kanka
çelik kanka

Blogger bize bunu da mı gösterecekti? Konusu farklı blogları -günlük, eleştiri, yemek vs.- geçtim ama bunu anlayamadım. Kime ne faydası vardır? Kategorisi var mıdır? Bi'milyon hırsı nedir? Hayatı boyunca kaybettiği için tatmini internette arayan genç ya da gençler midir? Blog açmadan önce bir takım testlerden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum artık insanların.
Doğrusu üç kişi olduklarından bile şüpheleniyorum ben yazanların. Her aklına esen blog açarsa...
Ohoo işimiz var herhalde!

üstü kalsın!

Haziran 19, 2006

Neyin Var Bugün?

129K/129T isimli otobüslerde en arkaya -üçlü koltuk- oturup bir dizini cam kenarına, diğer ayağını önündeki korumaya dayıyorsun. Kulağında müzik, bileklerinde derilerin... Sen hep siyah giyiyorsun. Arrğh terskose böyle devam et; çok "rocker" oluyorsun!

***

İçim sıkılıyor, pat diye patlayacak -patlayamayan- bir balon sanki, kim yerleştirdi onu oraya?!

Haziran 17, 2006

Herkes Şanslı Doğmuyor

"Doğum yaptıktan hemen sonra kameraların karşısına çıkan Angelina Jolie'nin yeni dövmesi de dikkatlerden kaçmadı. Güzel aktristin sağ kolundaki dövmede şifreye benzer 'Nll 33 E10 451' ve 'N 09 02 E 038 45 00' rakamları yazıyordu... " -kanalturk-

Hepimiz meraktan çatlıyorduk; acaba o dövme ne anlama geliyor diye. Neyse ki meraklıları ve hayranları bir hafta boyunca uğraşarak; haritaları, sözlükleri didikleyerek, bilgisayar başında kah uyuyup kah Google Earth'e girerek bu şifreyi çözmüş, sonra "euraka" çığlığı atıp sokaklara koşmuş, teşekkür edip hazıra konuyoruz.

"Rakamlar, Angelina'nın evlatlık çocukları Maddox ve Zahara'nın doğdukları yerlerin coğrafi koordinatlarını gösteriyordu. Maddox, Kamboçya'da, Zahara ise Etiyopya'da dünyaya gelmişti. " -kanalturk-

Ben böyle bir evlat sevgisi ne gördüm ne de duydum. Uzun zamandır böyle bir olaya tanık olmadığım için çok duygulandım.
Zira bu hisleri en son "Sezercik Yavrum Benim"i izlerken tatmıştım. Hemen ardından kendi annemi düşündüm. Bırakın benim doğduğum koordinatları dövme olarak yaptırmayı, kendisi en sevdiğim yemekleri/tatlıları bile ayda 1 ya da 2 kez yapar. Bu iki olayı karşılaştırınca insan kendini değersiz hissetmiyor değil...
Şöyle de bir gerçek var ki Brad-Angelina çiftinin bir de özbeöz çocukları bulunuyor. Birkaç hafta önce dünyaya geldi, geçtiğimiz günlerde fotoğrafı yayınlandı. Peki ya o çocuk? Yani kızları Shiloh? Acaba onun isminin ya da doğum koordinatlarının dövmesini de Brad mi yaptırdı? Shiloh şimdiden aileden dışlanmış gibi görünüyor. Bu kız büyüdüğünde bir çocuk "fotoğrafın 4 milyon sterlin etmişti ama neden anne babanda senin dövmen yok ha?" sorusunu sorarsa, kızcağız kendini Sezercik'e ne kadar yakın hisseder acaba? Tahtını yapıyorsun ama bahtını asla...

(anne, seni çok özledim. sen en iyisisin ehe ehe)

Haziran 16, 2006

Böldüm

Ama o çocuk uyumak için kahve içiyor
ve içindeki boşuluğu sigarasının tütünüyle dolduruyor.
Sokaklar ıslak, sonbahardan kalma bir yağmur yağıyor.
Fonda daha önce duymadığını sandığı bir şarkı çalıyor.
Siz... Nereye?
Neden?
O, kaçıyor.

Haziran 14, 2006

Sıcak Daha da Sıcak Olacak

Güneş tepemizde pırıl pırıl parlıyor ve parlamakla kalmıyor; artık yakıyor! Hepimiz onu özlemiştik, çok üşümüş ve gelmesini dört gözle beklemiştik. Buraya kadar bir problem yok. Peki ya güneşin olumsuz etkileri?
Bu yazı buradan itibaren iğrenç konulara girmeye başlayacaktır; kalbi olanlar okumaya devam edebilir, midesi çabuk bulananlaraysa "bir başka yazıda görüşelim".
Eveeet nerede kalmıştık? Güneşin olumsuz etkileri diyordum. Cilt kanseriydi, soyulmaydı bunları bir kenara bırakın. Onlar önleminizi almadan keyif sürmenizin sonuçları. Söylemek istediğim ama söyleyemediğim şey; ter.
Tıklım tıklım bir otobüsün kapısı açılıyor önünüzde; ya buna binecek ya da bir sonrakini bekleyerek gitmeniz gereken yere geç kalacaksınız. Seçim süreniz çok az, telefonla danışma ya da seyircilere sorma gibi joker haklarınız yok. Sorgu melekleriyle yüz yüzeymiş gibi yalnızsınız. Süre ilerliyor, kapılar kapanmadan kararınızı verdiniz ve otobüse atladınız. Peki ya siz ilerlemeye çalışırken, tutunma yerlerine uzanan -ağaç dalları gibi- kollardan sizi kim koruyacak? Bir otobüs dolusu insan aynı anda terliyor ve siz daha yeni duştan çıkmışsınız. O etkili koku içinde sizin deodarantınız/parfümünüz ne kadar etkili olabilir ki? İneceğiniz yere kadar kah mideniz bulanarak, kah nefesinizi tutup içinizden sayarak geldiniz ve otobüsten indiniz. Hanginiz işte tam o anda derin bir nefes alıp "ooh" çekmediniz?
Buradan yetkililere sesleniyorum; ya otobüs içlerine 15 dakikada bir oda parfümü sıkılsın -okyanus kokusu çok ideal- ya da seyyar duşlar falan yapılsın. Ne bileyim ben gerisini de yetkililer düşünsün.
(hava çarşambaya kadar yağmurlu bu yazı çarşambadan itibaren geçerli)

***

Yaz demişken, favori dizilerimiz bir bir tatile giriyor. Televizyonda izleyecek bir şey kalmıyor. İtiraf edelim hepimiz Seda Sayan hayranı, Aliye fanı insanlarız. "Bohem"in kelime anlamını bile bilmez "bacım" ile idare ederiz. Hayır hayır etmeyiz. Madem diziler yok biz de film izleriz! İhtiyaçların listesini veriyorum not alın:
-Bir adet dvd/vcd/divx ve bilumum cd okuyabilen bir araç
-Bir adet televizyon -geniş ekran tercihimizdir-
-Bir adet yakın arkadaş
-Sağlam bir film arşivi -birçoğu korsan, ama olsun-
-Sınırsız kahve ve sigara.

Dizi yerine film izlemeye çok kaptırdık kendimizi. Her gün bir film izlemezsek içimiz rahat etmiyor. Hatta O, izlediğimiz filmleri not alıyor. Anormallik saatlerde; hep 00'den sonra oturuyoruz izlemeye yatana kadar saat en erken 03.00 oluyor. Çok tehlikeli çok! İzlediğimiz filmler arasında en çok beğendiklerim aynı yönetmene aitti. Şimdi o yönetmeni ve filmlerini size tavsiye etmek istiyorum. Denk gelirseniz sakın kaçırmayın, izlediyseniz yorum bırakın. Bahsettiğim filmler; Almodovar'dan Annem Hakında Her Şey -All About My Mother- ve Çıplak Ten -Live Flesh- . Sırada Konuş Onunla -Talk To Her- var. Merakla bekliyorum bi'kaç güne izleyeceğiz.
Bu kadar yazı yeter. Görüşürüz, bye.

Haziran 11, 2006

Terskose

Uyandıktan bi'kaç saat sonra bir şeyler yiyebilirsin. Yumurtadan nefret edersin ve senelerdir yemezsin, çayı arada sırada, neskafeyi her gün -sade ve tek şekerli- içersin, reçelleri sevmez en çok bal ve şokella yersin. Mc Donald's yerine Burger King'i seversin çünkü sarmısaklı mayonezleri olmadan yaşayamazsın. En sevdiğin tatlı; tavukgöğsü, en sevdiğin yemek; yaprak sarması ve makarnadır. Gün içerisinde aynaya bir kez bakmazsan kendini rahatsız hissedersin. Bol bol kendi fotoğrafını çeker ve en çok profilden çektiğin fotoğraflarını seversin. Fotoşoptan anlamaz, fotoğraf çekmeden yaşayamazsın. Otobüs/metro camından insanları izler, göz göze gelirseniz bakmıyormuş gibi yaparsın. Okulunu -artık- çok seversin ama içindeki gençlikten pek hoşlanmazsın. İnsanlarla çok rahat iletişim kuramaz, birini kolay kolay hayatına sokamazsın. Sana söylenen bazı şeyleri hemen unutur bazılarınıysa asla unutmazsın. Gittiğin yerler bellidir yeni yerler, yeni tatlar keşfetmezsin. Sigaran Winston Box, şarabın kırmızıdır. Piercingini çok sever ama baban yanındayken çıkartırsın. Dedenin hayatta olmasını çok ister, anneanneni kaybetmekten çok korkarsın.
Arkadaş çevren çok geniş değildir. Çok sık film izlemez, kitaplarıysa dönem dönem okursun. En sevdiğin grup Vega, en sevdiğin şarkıcı Şebnem Ferah'tır. Şu sıralar en çok Umay Umay Kalbi Camdan ve Jay Jay Johanson Far Away dinlersin. En sevdiğin şehir İstanbul'dur. Her sokağında kaybolmak ve sonsuza kadar burada yaşamak istersin. Gerçek olamayacak kadar büyük hayaller kurmaz, bir ayağını hep yere basarsın böylece istediğin şey olmazsa yere yıkılmazsın. Hep bir daktilon olmasını ve istediklerini onunla yazıp dosyalamayı istersin. El yazın ilkokulda okulunuza gelen müfettiş "rüzgar gibi yazıyorsun" dediğinden beri eğiktir. Öğrenmek istediğin tek yabancı dil sağır/dilsizlerin kullandığı dildir.
Uğruna ağladığın insanlar için akıttığın yaşları kavanozlarda biriktirip kendilerine vermeyi düşünür ve başkalarının çöp olarak gördüğü işe yaramaz birçok şeyi kutularda saklarsın.
İş Bankası'nı gördüğünde kendini güvende hisseder, ihtiyacın olmasa da hep para biriktirirsin. En sevdiğin ayakkabıların converselerin, en sevdiğin renkler siyah ve yeşildir.
Aylardan Ekim'i -doğumgünün olduğu için-, mevsimlerden sonbaharı seversin. Yağmur seni rahatsız etmez ama güneşten hoşlanmazsın.
Evlenmeyi düşünmez, bir kızın olursa adını "Eylül Yağmur" koymayı istersin. Yaşadığın aşklara çok önem versen de birçoğunu kendin mahvedersin. Dolu olması gereken yerde şu sıralarda sadece büyük bir boşluk vardır. En uzun süren ilişkin 1 yıla yakın en kısasıysa 1 gündür.
Gün içinde kendini çok yorar, gece geç saatlere kadar uyanık kalırsın. Çünkü yatağa yattığında hiçbir şey düşünmemek ve hemen uyumak istersin.
Çok kolay kırılır ve farkında olmadan sevdiklerini kırarsın. Haklı "sen" olsan bile özür dilemeni gerektirecek durumlar olduğunda hiç gocunmazsın. İçinde kimsenin dokunamadığı bir yer vardır ve oraya sadece kendin dokunur, bundan garip bir haz alırsın. Yalnızlığı sever, kalabalıktan ürkersin. Bazen yürüdüğün caddedeki tüm insanların aynı anda ölmesini diler sonra bunu dilediğin için çok utanır ve kendine kızarsın.
Her zaman kimsenin bilmediği bir sırrı biliyormuş gibi yaşar, önüne bakar, bazen tribünlere oynar, bazen içine kapanırsın.

...

diyebilecek bir insan yok hayatımda.

Haziran 10, 2006

Haziran 06, 2006

Dünyanın En Büyük Sırrını Açıklıyorum!

Evet, aşık oldum. Çünkü hak ediyordu



ve bugün ilk defa Djarum Black içtim, çok beğendim. Tavsiye için sağ ol Jelatin.

***

Artık Djarum Black içen, aşık bir erkeğim.

Haziran 04, 2006

Evet, Başka İmza İsteyen?

Mesela artık alışmış olmam gerek; kendimi ve ürettiklerimi sayfalarda -hayır web değil, bildiğin kağıt- görmeye. Fakat olmuyor, alışılmıyor. Ben bugün bunu anladım ve hemen ardından dergiyi almaları için babamı aradım. Adamcağız tüm sayfa haberim var sanmış üzülmüş, az önce aradı moral vermek için ama benim moralim zaten süper. Şaşırdı tabii...


Canım arkadaşımın haftalık yazısını okumak için Brunch'taki sayfasını açtığımda ne göreyim? Blogumun da arasında olduğu bir kolaj. Hem de en sevdiklerimin arasında! Yetmezmiş gibi tavsiye kısmında bir de blogumun adresini görmek... Oldu olacak her hafta birimizle röportaj da yap mtlda. Ama bak önceden haberleşelim başka röportajlarımla çakışmasın. Biliyorsun ünlü olmak çok zor azizim.
-röportaj konusundaysa fikir benden çıktı önce ben!-

***

Keşke elimden O'nun için bir şey gelse... Neyse, bulacağız yeni çözümler. Önümüzdeki maçlara bakalım artık, öyle daha iyi olacak.

Haziran 03, 2006

Masallar Bittiğinde "Son" Yazmalı

Yüzünde sessiz bir gülümseme var her zamanki gibi; parmaklarına ismimi yazıp beni aramadın sen hiç. Dolaşsaydın görürdün belki oysa sana söylemiştim "o sokağın başında" demiştim. Aklından hızlıca çıkıyor zamanlarıyla beraber cümleler. Unuttun herhalde...
-Pardon, 129T sırası bu mu?
Kelimeler kesiyor aramızda ne var ne yoksa. Masalar, sandalyeler, tabaklar hepsi ve her şey havaya uçuyor seninleyken. Adımlar ne geleceğe ne geçmişe; bugüne sayıyor. Zaten böyle çıkacaktı tadı "bugün" beraber olacaktık aslında. Yaşamamak senin tercihin, seni öldüren ben değilim.
-Ne güzel uyuyor, maşallah.
Seninle beraber isim koymak istemiştim yanıp sönen ışıklara. Bir ışık gibi yanıp sönmüyordun o sıra. Sigaranın külünde yetişiyor yeni yeni çiçekler. Görmelisin, hepsi rengarenkler...
-Sadece Beşiktaş'tan gidebiliriz.
Sevdiklerinin hayatta olması neyi değiştiriyor? En son ne zaman birine "seni seviyorum" dedin ve hemen ardından bir başkasıyla seviştin? Kendi kanını kurutuyorsun dudaklarında canın acıyor, hissediyorum. Bıraksaydın dokunabilirdim gökkuşağındaki tüm renklere; bırakmadın, bıraktım.
-Cihangir Camisi'nin manzarası çok güzel gördün mü hiç?
Ve o adam daha ayağa kalkarken düşmekten korkuyor, yardım eli uzatan kıza gözleriyle ".rospu" diyor. Kimsenin hakkı yok böyle karışmaya ve karıştırmaya. Bilemezdim böyle olacağını. Gözlerini öpmeye gelmiştim, sözlerimi yutup gittim. İçtiğim son sigaraya adını yazdım ve seni -çocuk gibi- dumana hapsettim. Son kez zehirledin beni. Ciğerlerimden üfledim adını. Zaten bu hayatta sana en çok perdeyi kapatıp akreplere hayat vermek yakıştı.
-Yok, sadece biraz uykusuzum.
Biraz uyu şimdi rüyalarında. Kuma şekiller çiz kalbinin kırık ucuyla. Nefesimi alıyor İstanbul, hayatımı veriyor karşılığında. Bu sabah karşısından geçip giderken fısıldadım Kız Kulesi'ne: "Kule, masal bitti."
...
Sensiz de mümkün olan mutluluğun tadına varabiliyorsam eğer bu benim gücümü değil benden alabileceğin her şeyi almış olduğunu gösterir. Bazen işe yaramaz sanılan "bir" bile sonsuza eşittir.

Mayıs 30, 2006

İstanbul'u Fetheden İlk Terskose

Terskose sağsalim İstanbul'a vardı! Dırıdıdım! Günlerdir ya staja gidiyor, ya cafeye gidiyor, ya da yorgun oluyor bu yüzden daha erken yazamadı. Özrünü unutmadı tam buraya iliştiriyor; özür dilerim.

Yol günlüğü mü denir bilmiyorum ben yol yaşantıları demeyi uygun gördüm. Şöyle ki otobüste yaşadıklarım sonucunda kafamda şekillen birkaç şeyi ve yaptıklarımı aşağıya sıralayacağım.

#Viyadükleri Boğaz köprüleri sanan insanlara "hıh, ne kadar salaksınız" bakışı attım.
# Boğaz'a 7 köprü daha yapılmasına karar verdim.
# Gördüğüm 10 arabadan 4'ü siyah camlı olduğu için İstanbul'un ünlüymüş gibi gözüken ünsüzler şehri olduğunun farkında vardım.
# Ve İstanbul için; minareler ve gökdelenler şehri yakıştırmasını yaptım.

"Evet bu kadar şimdi dağılabiliriz" demeyeceğim biraz da cafeden bahsetmek istiyorum size. Perşembe akşamı elimde odamı sığdırdığım valizle gittiğim Pan'dan nasıl etkilendiğimi anlatmam mümkün değil. Ben her santimetresinde Fransız Cafe'si özelliği taşıyan bir başka mekan bilmiyorum -haklısınız Fransa'ya hiç gitmedim.- Cihangir'de olduğu için birçok kediyle ve gazeteci/yönetmen/yazarla beraber oluyoruz gün içinde, kedi müdavimlerimiz; Seher, Serpil, Sabahat ve adını henüz bilmediğim ama çok iyi anlaştığımız "taptaze" bir anne. Orada olduğum için kendimi çok iyi hissediyorum ve mutlu oluyorum. Saso ile beraber çalıştığımız için hiç sıkılmıyor, çok eğleniyoruz. Güzel günler geçireceğimden emindim ama bu kadarını beklemiyordum.

***

Staj konusunda söyleyeceklerimse şimdilik sporda olduğum ama çok yakında istihbarata geçeceğimdir.

İçindekiler ve dışındakiler için teşekkürler İstanbul...

-çok uykum olduğu için saçma sapan bir yazı oldu ama merak etmeyin diye yazayım dedim, bu seferlik idare ediyoruz. Dua edin arşivden bir yazı koymadım-

Mayıs 24, 2006

Kara Melek İstanbul

Eşyalarım duruyor şimdi yatağın üzerinde. Kaç valiz veya kaç bavula sığarlar onu tartışıyoruz sürekli. Bana kalsa -hani o reklamdaki gibi- yanıma hiçbir şey almadan çekip gideceğim ama sanırım ailem "kokuşma"mı istemediği için diretiyor. Belki de ben diretiyorum onlar yanına fazla eşya alma diyor. Bu konunun doğrusunu asla öğrenemeyeceğiz ne kadar acı değil mi? Hayır değil. Hayatta hiçbir şey acı değil. Lütfen artık Serap Ezgü modumuzdan çıkalım Pakize Suda moduna girelim. Bahar geldi derken bitti, yaz geldi yahu. Bakın göreceksiniz öyle daha çok iş yapacağız. Bütün dünya pozitif olsun diyoruz kim önümüze çıkabilir desem ne kadar saçmalamış olurum değil mi? Bakın Deniz'e aylardır öylece aşık ve problemsiz bir Deniz'di şimdiyse herkes O'nu konuşuyor. Sokaklarda insanlar "abi Deniz'in nesi var?", gazetelerde manşetler "Deniz, neyin var bugün?"...
Bu arada bilmem fark ettiniz mi Kara Melek Yasemin'imiz aslında ölmemiş! Aylardır Aliye'nin vücudunda yaşıyormuş. Bu akşam İkbal Hanım'a bakışlarını görüp, "tıs"layarak konuşmasını duyduktan sonra artık iyice eminleştim. Hem zaten Aliye dediğin nedir ki? Sümsük bir kadın. Oysa Yasemin öyle miydi? Değil Saylan ailesini sülaleyi yerinden oynatıyordu, hay gözünün yeşilini sevdiğimin kadını... Bakın öyle komik ki Ece Uslu'nun dizideki adını dahi hatırlamıyorum. Öyle pozitif, öyle silik insan olacaksam hiç olmayayım daha iyi. Sormak istiyorum ey okuyucularım hanginiz Kara Melek'in müziği eşliğinde suç işlemediniz veya suç işlemeyi cazip görmediniz? Yoksa siz Sinan'vari çocuklardan mıydınız? Öyleyse hiç durmayın, kaçıp gidin buradan. Çünkü bu satırları yazan kişi hiçbir gün "sevdim dedin, hiç sevmedin. Sen kimleri mahvettin Kara Melek?" sözlerini tekrarlamadan uyumuyor. Nahit, her neredeysen ortaya çık ve Yasemin'i Sinan'dan kurtar.
Neyse bu kadar Aliye ve Kara Melek muhabbeti yeter. Her şeyin fazlası zarar aşırısı bayar.

***

Gelelim biraz da benim hayatıma... Masamın üzerinde biletim duruyor; gidiyorum ben hoşça kal, evet. Perşembe sabahı 11'de kalkıyor otobüsüm ardından ver elini İstanbul. Staj ayarlandı, iş ayarlandı, kalacak yer ayarlandı, baba ayarlandı, "evet var mı başka engel?" benim yeni duruşum. Hatta savaş esnasında gözüme girmesin diye bugün gidip saçlarımı kestirdim. İyice, kısacık. Bu hali hiç güzel olmadı bu yüzden boşuna ısrar etmeyin imzalı fotoğraflarımı şimdilik yayımlamak istemiyorum. Belki bir 10 gün sonra falan, hal ve hareketleriniz bu süreci uzatabilir ya da kısaltabilir unutmayın!
Berber koltuğuna oturduğumda saçlarını kestiren Kahraman kadar karizma olmayacağımı biliyordum. "Benim süperliğime değil işime odaklansınlar" mantığı ya da saçmalığı da aklımı çelmiş olabilir. Evet kestirmiş bulundum ve yapacak bir şey yok. "Yapacak bir şeyi olmadığı halde üzülen insanlardan mı olacaksın terskose?", asla! Ben, ben ve ben... Tanrım öyle çıldırtıyorsun ki beni! Neyse. Bir süre aynalara uzak, suya yakın yaşıyoruz ve 10 gün içerisinde saç dediğin şey -nihayet- uzuyor.

(bu post çok dağınık oldu -yatağımın üzeri gibi- sanırım toparlayamayacağım, hemen bağlayıp bitirelim)

Eveeet, ne getireyim size İstanbul'dan?

Mayıs 22, 2006

Neden çok sinirlendiğimde gözlerimden ateş fışkırmıyor, neden!?

Süper Süper

Garip bir his bu. Batıl inanç falan değil. Sadece korku belki de. Her şey kesinleşti ama biletimi elime almadan bas bas bağırmayacağım. Siz konuyu sezin; her şey süper gidiyor.
Şunları da iliştirelim şuraya

heh mis gibi oldu. Ayrıca aldığım yoklamalar sonucu 64 kişi eksik. Kimlik tespitiyle uğraşıyorum hemen sayfama geliyorsunuz. Seviniyoruz şimdi çılgınlar gibi; pazartesi, salı, çarşamba... cuma orada -inşallah-

***

Blogger "post" göndermeye de "Word Verification" koyuyor, neden? Hangimiz daha salak diye mi bakıyorlar acaba? Sigaranı iç ve yat terskose bugün fazla hayalcisin...

Mayıs 21, 2006

Eurovision Süpers(a)tar

O kadar şahaneydik ki neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Gerek Sibel Tüzün'ün şovu gerek spikerimizin sürekli "tabii komşuya gitti, tabii komşuya verecek" söylemleriyle yine eşsiz, yine kusursuzduk. Çünkü ya biz salaktık ya da Sertab Erener birinciliği aldığında koordinatlarımız farklıydı ve farkında olmadan birçok ülkenin komşusuyduk.



Neyse şu an için o kadar önemsiz bir konu ki bu. Nasıl olsa alışkınız, hepimiz biliyorduk bu sonu. Kendi düşen ağlamaz diyenlere ilave olarak kendi ipini çeken de acı çekerek ölmez demek istiyorum. Araya sıkıştırılan bir iki cümle ingilizcenin bizi kurtarmayacağından zaten emindim yine de Finlandiya gibi garip bir grubun kazanması da bu yarışmanın ayrı bir lütfu olsa gerek.
Tek temennim seneye yarı finalden çıkamamak ve boşu boşuna saatlerimizi ekran karşısında harcamamaktır. Maria ve Sakis de olmasa zaten izlenmezdi bu yarışma. Uzun zamandır böyle güzel bir komedi izlememiştim. Emeği geçen herkese teşekkür ederim. Dünya dinlemezse biz dinleriz, şarkımız süpear! Neydi ha dur:
-karşında supırstaa.. bu yaz hit olacak söylemedi demeyin. Her yerde sık sık duyacağız bu şarkıyı, kusana kadar dinleyeceğiz. Milletçe sahip çıkacağız hazinemize. "Arzu benim, arzu benim, arzu benim sanaaee" bi susar mısın, git çocuk falan bak lütfen!



not: tek süperstar Ajda Pekkan'dır.

Mayıs 19, 2006

19 Mayıs Gençlik ve Spor Hezeyanı

O kadar komik ki her önemli günde maziye gitmeden yapamıyoruz. "Falanca yaştayken ben 23 Nisan'da şunu yapmıştım, ben şu kadarken 19 Mayıs'ta şöyle olmuştu" gibi cümleler kurmak istiyorum. "Belki zeka seviyemle alakalı hiçbir şey hatırlamıyorum" desem tabii ki yalan söylemiş olacağım, hatırladığım bir şeyler var. Biri 19 Mayıs'a dair; bilmem kaç derecelik sıcağın altında siyah kumaş pantolonlarımız, hayatım boyunca nefret edeceğim siyah klasik ayakkabılarımız, beyaz gömleklerimiz, ekoseli kravat ve ceketlerimizle hepimiz birer küçük adam veya garsona benziyorduk. Bunun farkında olduğumuz için arka sıramızda duran "kız lisesi" kızlarına laf atmak, onlarla tanışmaya çalışmak yerine hayal kırıklığıyla önümüze bakıyor bir yudum su verenin kırk yıl kölesi falan oluyorduk. Ne beklediğimizi hiç kimse bilmiyordu. Biz alt tarafı yürüyüp bi'kaç tur atarız sanıyorduk; gerçek öyle olmadı. Alsancak'ın bir ucundan Konak'a kadar kafamızda yumurta pişirebileceğimiz sıcakta yürüdük. Peki ne oldu? Hiç!
Hatta kortej esnasında önünden geçtiğimiz birtakım önemli insanların (?) tenteler altında sırtlarını denize dönüp -püfür püfür keyif- oturmuş olmaları bana iyiden iyiye batmış olmalıydı ki, garson kıyafetleriyle yaptığımız asker yürüyüşünde kafamı o yana çevirmedim, istedikleri selamı vermedim ve bu yüzden dönemin geri kalanında beden eğitiminden hayatım boyunca almayacağım notları aldım. Pişman mıyım? Asla.
13-16 yaş arası arkadaşlarım, kardeşlerim. Nedir 19 Mayıs isteğiniz anlamıyorum. 23 Nisan'ınıza sahip çıkın. Rengarenk elbiseler giyin, çoğunluğunu anne, baba ve kardeşlerin oluşturduğu stadyum dolusu insanların önünde Mevlana dönüşleri, Hepsi sıçrayışları ve Şenay Akay/Tuğba Özay yürüyüşleri gerçekleştirin. Çünkü bu ülke sizden bunu istiyor, bunu bekliyor. Siz böyle davranarak kurtaracaksınız her şeyi. Bir de geçici süreyle koltuğuna oturduğunuz insanları Osmanlı tokadıyla kendine getirirseniz eminim sizden iyisi bulunmayacaktır.
Gençlerin, çocukların sıcaktan bayılmadığı, yapılan törenlere katılmanın nota tabi tutulmadığı, rahatlığın vereceği sağlıklı düşünme ortamıyla hak edenlerin bayram ve törenlerine sahip çıktığı nice 19 Mayıslar nice 23 Nisanlar dilerim.


-seni çok özledim-

***
not: İstanbul'dan vazgeçmedik, hala ısrarlıyız. Ya olacak ya olacak gözüyle bakıyoruz. Yas iptal şimdi hepimiz stadlara koşuyoruz!

Mayıs 18, 2006

İstanbul'lu Olmaya Ramak Kalmıştı

"Çılgınlıklar yapmayalı ne kadar uzun zaman geçmiş. Ruhum ve bedenim ne kadar yaşlanmış diye düşünmeye başladım son günlerde. Bir yoğun tempo ki sormayın gitsin. Msn hiç kapanmıyor, belgeler hazırlanıyor, umutsuzluğa düşülüyor, yüzler sevinçle gülüyor; zannedersiniz ki vatanı kurtarıyoruz. Kendi derdimize öyle düşüyoruz ki; yüzüne falçata yiyen Metin Uca'dan, kep töreni yasaklanan İzmir'den, bombalanan Cumhuriyet'ten ve -dumanı üzerinde- basılan Danıştay'dan falan bi'haberiz. Otobüste yayıla yayıla oturup müzik dinlediği için yaşlıların ayakta bekleşerek birbirine gösterdikleri "sorumsuz" ve dışarıdan bir o kadar da "sorunsuz" gözüken gençlerdeniz.
"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın"cılık yapacak değilim. Ancak dert içinde kıvrandığım günleri atlatıp bir nebze olsun güneş yüzü gördüğüm şu zamanlarda televizyondan, gazetelerden bir müddet uzak durmaya çalışıyorum. Hani hiçbir şey keyfimi kaçırmasın diye düşünüp. Ne mümkün... İnsan ne kadar uzaklaşırsa duyarlılığı o kadar artıyormuş ya da bana öyle oldu bilemiyorum. "Haber"siz geçirdiğim günlerin acısını çıkartırcasına bugün birikmiş tüm gazeteleri okudum ve internette haber namına girilmedik site bırakmadım -evet, abarttığımın farkındayım.- Sonra sonra fark ettim ki ben yaklaşık 1 (yazıyla bir)* hafta sonra galiba İstanbul'da olacağım.
Staj dışındaki bütün sorunları aştık ve artık beklemeye başladık. Cv'ler yazıldı, bu yazıyı yazan insan hem Sezercik hem Ali Kırca rolünü üstlendiği önyazısını tamamladı ve ilgili yere teslim etti. Artık gerisi o kişiye ve ileteceği kişilere kalıyor. En büyük güçlükleri bile aştıktan sonra biz -bu azimle- artık dağları bile deleriz!

***
İstanbul'lu okurlarım İstiklal'de blogumun çıktılarını elinize almış biçimde sıraya geçin, tekrar size geliyorum, hem de yatıya. Bu sefer ben de sizden biri olacağım, ne güzel değil mi? Kalemi söz ben getiricem siz almayın yanınıza!

*yardımlarından dolayı mtlda ve saso; teşekkürler, yeter mi bilmiyorum yaptıklarınıza ama...


yazmıştım dün gece bu sabahsa bir ilave yapmak istiyorum bu yazıya:
Staj işi olmadı, dolayısıyla İzmir'de kalmaya devam ediyorum. Bu blogta yas var. Sessizce dağılabilirsiniz arkadaşlar. En son çıkan ışığı ve kapıyı kapatsın.
Hadi eyvallah.

Mayıs 17, 2006

Yazmamışlar ve Yazılacaklar

"Kırılmak çok kolay oldu.
Alışmak bir o kadar zor.
Yaşım sır verir oldu...
Darılmak çok kolay oldu.
Barışmak bir o kadar zor.
Vakit az gelir oldu.
Ölümden beter oldu!
Yazmamışlar kaderimi kimseyle...
Sarılmışlar niceleri sevgiyle.
Uçan kuşlar dönmez geri güz diye.
Yazmamışlar kaderimi oof...
Tanışmak çok kolay oldu.
Sevişmek niye böyle zor?
Yerim dar gelir oldu.
Ölümden beter oldu..."


Özlem Tekin - Yazmamışlar

***

şimdilik böyle, yeni yazı yakında. Mesela yarın, bilinmiyor henüz.

Mayıs 14, 2006

Ben, Ben Sahiden

"Ben" diye başlayan cümleler kurmak istiyordum aslında. Ağırlığından korktum ve vazgeçtim sonra. Çok güzel bir kitabı bitirip -Baba ve Piç- sigaramı yakıp düşüncelere dalmak yeni hobilerimden biri sanırım. Çok şey yazmak istediğim, çok biriktirdiğim için belki de; akıtacak musluğu bulamıyorum. Şayet kısa kısa haber başlıkları halinde özetleyecek olursak:

- İ-pod'uma kavuştum, nihayet. Güle güle kullanıyorum.
- Bol bol kitap okuyorum okumadığım zamanların acısını çıkartırcasına.
- Yeni teknikler deniyor ve çuvallıyorum yazma uğraşlarımda ama olsun.
- Şu sıralar sık sık Nil'in "Bu Mudur" ve "Neyin Var Bugün"ünü dinliyorum.
- Baharın son ayıyla beraber sosyalleşmeye, çekildiğim kabuğu sırtımdan atmaya çalışıyorum.
- Kafamda dönüp duran meslekleri inceliyor, vitrinlerde asılı "bizimle çalışmak ister misiniz" sorularına mütemadiyen "evet" diye haykırıyorum. Bir işe girmem muhtemel.
- Saçlarımın "süpear"liğine şaşırmıyor "ben zaten süperim be" diyorum ama fikrimi değiştirmem pek zaman almıyor.
- İstanbul'a ne zaman gitsem diye düşünüyorum.
- Uyumaya çalışıyor ve başarılı oluyorum. Yorgunluğumsa hiç geçmiyor.
- Not defteri benzeri bi'şey tutup içine anbean kısa kısa notlar düşmeyi planlıyorum.
- İnsanları kırmamaya özen gösteriyor, fikirlerimi saklamayı tercih ediyorum.
- Bir dergide ilk yazım yayınlandığı için sayfama bakıp bakıp inceliyor ve bu ay ne yazsam acaba diye düşünüyorum. Çok eğlenceli ve güven verici.
- "Ben"li cümlelerden ürksem de kendimi böylece anlatabiliyorum.

Öylesine yaşayıp gidiyorum işte, siz napıyorsunuz?

Mayıs 10, 2006

Kamikazeden Çok Korkarım

hiçbir zaman öyle eğlenememiş
bilmemiş ya da keşfedememiş
dilinin ucuna kadar getirip yuttuğun ne varsa
kus bugün.
veya sonsuza kadar sus bugün .
oynadığın ne varsa sar kelimelere
bak kulaklarım üşüdü "yar ellerin nerede?"
canımı sıkıyor bu sessizlik
biri kalkıp ışığı açmıyor
yüzümü asıyorum
kararlar alıyorum
yazının en güzel yerinde odaya dalıyorsun!
biliyorsun ben sevmediğim işleri yapmayı istemiyorum
az entel, biraz popüler, biraz da duygusal
böyle bir karışım yok yeryüzünde,
varsa da gidin oradan alın sizi zorla tutmuyorum.
çok ukalaysam aşık olup susmamdandır
susuyorsam kaybetmek istemiyor olmamdandır.
bir şeyi de ben söylemeden anlasan
bir sabah da arayıp "seni seviyorum lan" diye bağırsan
işte o gün bayram olabilir
hatta minik bir kriz beni öteki dünyaya götürüp getirebilir
gidiş dönüş alsam çok daha ucuz
ama tarihi kesin değilse dönüşü açık al o zaman
her şeyi de ben mi söyliycem ya
bi şeyi de söylemeden yapsan.
yaz geldi kollarını açsan
yemin ederim gözümü kırpmam, koşarım.
3 4 bira içip deli gibi coşarım.
çünkü ben böyleyim biraz safça, dayanıksız ve sabırsız.
çünkü sen öylesin biraz akıllıca, uzun ömürlü, oyunbaz ve çıkarsız.
***

-bu parçayı sevmedim, değiştirebilir miyiz?

Mayıs 08, 2006

Sevgili Arsız Ölüm ve Korsancılığım

Sevgili Arsız Ölüm ve Latife Tekin'le tanışmamızı saso sağladı. Teşekkürü hak ediyor. Eğer o kitabı bana hediye etmeseydi kimbilir ben ne zaman alacak ve okuyacaktım. Fakat kitap elime geldi ve ben soluksuz okudum -hep kullanmak isterdim bu "soluksuz okumayı".- Kitabı elimden bırakamadım desem yeridir, okuldayken bile aklımda eve gidip okumak vardı. Hatta metroda okumak istemediğimden kitabı evden çıkartmadım. Zaten pek uzun sürmedi 2 gün içinde okudum ve bitti.
Romanda köyden kente göçen kalabalık bir ailenin hikayesi var. Huvat ve Atiye ile çocuklarının önce köy sonra şehir maceralarını okuyor bazen dağlara tırmanıyor kayalara çıkıyor, bazen nefesimiz içine kaçıyor gözlerimiz büyüyor. Bu kitabın dili var, konuşuyor. O kadar akıcı ve o kadar benzersiz ki... Ben çok sevdim tavsiye ediyorum. Eğer bir kitap okumayı düşünüyor ancak yeni şeyler keşfetmek istiyorsanız bu kitap tam size göre. İçine girecek ve çıkamayacaksınız. Benden söylemesi, siz bilirsiniz tabii. Yine de bence not alın.
***

Her metro çıkışında amaçsız bir şekilde yere yığılmış kitaplara kayıyordu gözlerim. Ne aradığımı biliyor ve bu yüzden kendime kızıyordum. Kitap fuarına gidip bu kitabı ellerim arasına aldığımda anlamıştım ne istediğimi. Param yoktu, alamamıştım. Param olsa da almayacaktım sanırım -böyle garip bir insanım.-
Metis Yayınları'nın korsanı yok diyordu ttku. Ben yine de ısrarla her gün bakıyordum kosan kitapçının sergisine. Bugün metrodan çıktım ve ayaklarımın ucunda duran kitabı elime aldım. "Ne kadar" dedim önce, sonra "teşekkürler" deyip yere koydum. Adam pahalı geldiği için bıraktığımı sanmış olacak ki fiyatta indirim yaptı. Ben de pahalı geldiği için bıraktığımı sanarak kitabı aldım. Yaptığım şeyin verdiği suçluluk duygusuyla kitabı acelece çantama tıktım. Arkama bile bakmadan oradan uzaklaştım. Suçluyum biliyorum. Baba ve Piç'in korsanını aldım. Marifetmiş gibi söylüyorum bir de... Çok ayıp!

Mayıs 06, 2006

Küllük

çok sevdiğin bir şeyi kaybetmek gibi
kaybedip üzülmek hatta belki gizliden gözyaşı dökmek.
sonra karşılaşmak yenisiyle
içinin cız edişi
cebindeki son parayı dahi versen O'ndan eski tadı alamamak.
artık sana ait hissetmemek.

sakız gibi ağızlarda çiğnenmiş
gel gitlerle kalbi yorulmuş
artık ne gelirse
nereden gelirse kabul, "yeter ki" diyecek halde...
anahtar deliklerinde birikmiş toz gibi
her içine girişinde biraz daha derin
her terkedişinde bi öncekinden kat be kat altı yerin.

en dip sandığın meğer daha başlangıçmış
bakışları uzaklara dalsa da meğer içini
O'ndan başka kimse ısıtamayacakmış.
Artık senin olmadığı halde
bir elin diğerinin üstünde
nefesin güneşe çıkmış
güneş dağa kaçmış
dağla beraber yanmış, bitmiş, kül olmuş.

Mayıs 03, 2006

Saçlar Süpeear Ciddiyim Bak!

6-7 yıllık berberimdi. Koltuğa oturduğumda hiç korkmadım diyebilirim. "Kısalı uzunlu dağınık bi'şey ya da 3 numara dedim." Kesmeye başladı. İtiraf ediyorum bir ara kendimi "besleme"ler gibi hissettim. Hatta Çağdaş çok karizmatik bir isim; bundan sonra Abdullah olayım dedim. Sonuç öyle olmadı. Harikalar yaratıldı. Ben kendime bayıldım. 2 gündür gördüğüm her aynanın önünde dakikalar harcıyor, arabalar yanımdan geçerken yansımamı izliyor, arada bir saçlarımı ıslatıp arkadaşlara "nasıl? oldu mu? iyi mi?" diye soruyorum. Annem sevinçten bayılmadı ama beni kuzuymuşum gibi sevmeye başladı. Arkadaşlarım biraz garipsedi ama sonra sevdi. Çoğunluk "keşke saçlarını hiç uzatmasaymışsın" dedi. En çok duyduğum üç kelime; "çok yakışıklısın/tatlısın" oldu. Bulutların üzerinde gibiyim. Hadi hayat alt et sıkıyosa! Arada bir herkesin "yenile" ikonuna tıklaması lazım. Her gün pilav yenmiyor. Bir de iş bulursam hayatım bayram oluyor.

*kolajda yer almayan bloggerlar; kalbimdesiniz. Cul bir kısır partisinde görüşelim; tüm saçlar senin.

Yine de bir tutam saç var şu an tam karşımda. Hatıra olsun diye saklayacağım onu. Arada bir çıkartır bakarım çok özlersem ama sanırım uzun bi süre daha uzatmam saçlarımı. O kadar çok şekil verebiliyorum ki bir an Kınalı Yapıncak'sam diğer bir an muzur bir çocuk; bir an Sezercik'sem bir an yakışıklı/tatlı bir genç.
Gençleer saşlar süpeaar!

Nisan 30, 2006

30 Nisan 2006 Olmuş

Yalansın, ama yalanı seviyorum.
Sen neysen, sen kimsen ben onu istiyorum.
"Ben yorgun sen güzelsin.."

Her dakika telefona bakıyorum. Senin adın çıksın, bir çağrı bir mesaj olsun diye bekliyorum.
En çok seni özlüyorum.
Biliyorsun.
yine de;
dönsen mi ne..

Nisan 28, 2006

Saşlar Süper*

Saçlarımı kestirireceğim. Kesin ve net. İki kelime; artık sıkıldım. Aynada gördüğüm insandan sıkıldım. Saçlarımın ağzıma girmesinden de. Zaten yaz da geldi şıp şıp ter... Enseme "hüüüf" diyecek biri yok, o zaman en yakın berbere marş marş.
Saçlarını kestirecek olan benim size n'oluyor? Kimi kestirmemem için dil döküyor kimi elinde makasla bekliyor. Herkeste bir merak, herkeste bir heyecan var. Yahu sanki AB'ye giriyoruz -çok klasik bir örnekti kabul ediyorum- Dillerde her gün aynı soru; "ne zaman?" Bu soruya eskiden cevabım "yakında"ydı. Artık o da kesin ve net; 2 Mayıs.



Üstteki fotoğraf çok güzel. Süper saçlara ait bir fotoğraf, şapkasız halimle kendime en çok yakıştıracağım şekil o sanırım. Eskiler bilir bu blogta aylarca Öss konuşuldu. Eğer beğenmezsem şimdi aylarca saç konuşulacak demektir bu, önleminizi alın. Adam keser, saçlarım güzel olmaz ise "eeh 3 numara" bile diyebilirim. Öyle de gaza geldim. Önce omuzlarına kadar uzat sonra kestir. Hayırlara vesile.

*029 sana ölüyoruz!

not:bu adam Batuhan -Duman- değildir; O'nu hiç sevmiyoruz.

Nisan 26, 2006

Gözün Gör Dediği

Bu gece yan taraftaki mailin gelen kutusunda 2 mail vardı. Önce ilk kopyaladığım maili okudum ve doğruyu söylemek gerekirse çok mutlu oldum. Birisi umursuyor, beklemiyor ve belki bir yararı dokunur, içini boşaltan kişiyi belki gülümsetebilir diye mail atıyor; itiraf ediyorum gülümsedim. Üzerine güneş vurmuş kedi yavrusu kıvamına geldim -bu kıvamı çok severim.- Ona teşekkür maili yazmadan önce kopyaladığım ikinci maili açtım, okudum ve doğruyu söylemek gerekirse şok oldum. Birisi yazdıklarımı okuyor, beni doğru anlıyor, ileri gitmekten korkmuyor hatta biraz daha saçmalasam "eeh yeter be" deyip tokadı basacak gibi mailini yazıp yolluyor; itiraf ediyorum irkildim. Soğuktan tir tir titreyen kedi yavrusu kıvamına geldim -bu kıvamı pek sevmiyorum- Bir süre ne yapsam diye düşündüm. Ortada aynı konu hakkında yazılmış iki farklı fikir var. Ben işin içinden çıkamadım. İkisine de teşekkür etmek istedim bir de bu mailleri sizler de okuyun istedim. Farklı gözlerden çıkan iki farklı analiz. Onlar bu satırları okuduklarında ilettiğim teşekkürü alacaklardır, rica etmelerine gerek yok. Çünkü bunu zaten hak ettiler.

"niye mail atıyo bu kız bana diyebilirsin ama baktımki resimde gülen çocuk yok, gitmiş, girmiş bi kuyuya bide yukarı dogru taş atıyo aynı zamanda da diretiyo hayatta çıkmam ne derseniz diyin diye...bide okuyosunuz yorum yok diyince sanki gözümün icine bakar gibi oldun tam bu utangaclıkla yazmaya kalktıgımda yorum yapma hakkımızı elimizden aldıgını gördüm :( velhasıl kelam diyeceklerimi burdan diyeyim hem de şu okuyorum ama yorum yapmadım evet iste ben onlardanım olayını kendi tarafımdan en azından kaldırayım dedim ;) yorumlar gelseydi şu cv mevzuuna senin gibi olan biçok insana rastlayacaktık.. ben de bp'ye basvurdum departmanlarını bile bilmeden, sadece cv ile yetinmeyip bizi tanımaya yönelik 3 soru sordukları icin.. ve cv'me dolu gözüksün diye kendi sirketimizde muhasebe kayıtlarını inceledim hık ee hımm gibi şeyler yazdım.. irenc irenc!! kader utansın kalabalık gerçekten sağlam.. bence aklına gelip es geçtiğin şeyi yap..ne kaybedersin? at mail.. simiole örnegi var karsımızda.. mail at ama farklı bi mail olsun..seni istemelerini sağla.. bak şunu da yap diyemiorm diyebilsem kendim de atardm mail ama bn ve bicok kisi kalemine güvenioruz.. cevap gelmezse.... bilmiyorum yaa orasına mantıklı cümlelerim yok.. insan kaynakları diyoruz ama sadece kaynak odaklı birimler sanırım.. biliosundur cogunu da belki duymak da ister insan baska birinden..iyi hisset, gül böyle resimdeki gibi.. hadi artık kaçarım ben ;) tutkuya da ii baak resimlerinize, ist maceralarınıza bayıldımmm.. bu kadar bitti hoşça kal..."

***

"blogunun bir okuyucusu olarak, üstüme alındım;ne gibi yorumlar yapmamı(zı) bekliyorsun ki, ben bir kaç kez yapmaya çalıştım aynen senin de dediğin gibi, madem açmış, kutlamak yorumlamak gerek diye; sonradan bunu gerekli görmedim saçmaydı her okuyan sana benzeri yorumlar yapıyor ve sen sıkılıyorsun diye; izlenim oluşturdum, bir kaç yazın da fazlasıyla ukalaydı bence, 2-3 kişlik bi dünya kurmuş dışarıdan kimseyi kabul etmeyecek bir halin vardı yazılarında, o yüzdençıkıp da yorum yapın diye sitem etmen biraz saçma olmuş,(tabi bu sözleri o alıntıyı doğru anladığımı varsayarak sarfediyorum, yanlış yorumlamış da olabilirim)sinirlerin bozuk herhalde senin. bence psikiyatriste git.."

Nisan 25, 2006

İş Başıma Vurdu

"Yazıyorum yazıyorum yorum yok. Madem okuyorsunuz bari yorum yapın. Bu blogu sadece kendimi tatmin için açmadım fikirler önemli diyorum ama nerde..."

Herkesin bir Cv'si olmalı" diye düşünüp Cv'mi hazırlamaya başladığımda bu kadar silik biri olduğumun farkında değildim. Ne adam gibi deneyim yazabildim, ne referans ekleyebildim, ne de şu anıma benzeyen bir vesikalık fotoğrafımı bulabildim. Cv bittiğinde çok hüzünlü duruyordu. Derme çatma kulübeler gibiydi yine de bir heves yollayabildiğim kadar çok yere yolladım. Tabii hiçbirinden -değil işe almak- cevap dahi gelmedi.
Ben bunu sevmiyorum. Hem de hiç sevmiyorum. Eğer ben vaktimi sizin için ayırmışsam en azından tek kelimelik de olsa bir cevap maili beklerim. Buna da en doğal hakkım derim. Tabii bundan sonra devreye sizin kişiliğiniz, düşünceleriniz vs. girer. Ya maili okuduktan sonra çok meşgul olduğunuz için cevap yazmazsınız; çünkü dünyanın en önemli insanısınız, ya nasıl olsa işe almayacağım diyerek cevap yazmazsınız; çünkü siz holding patronu falansınız, ya yüz göz olmak istemezsiniz; çünkü siz çok popüler, herkesin mail beklediği bir insansınız ya da cevap yazmazsınız; çünkü siz insan olduğunu sananlardansınız.



Acaba Türkiye'deki bütün gazetelere mail yollasam ve stajer olarak, ofisboy olarak vs. istediğimi söylesem kaçından cevap gelir... Efendim? Hiç mi?
Hiç mi hiç şaşırmam!

Nisan 23, 2006

Bahar Mı Geldi Hani Nereye?

Evden çıktığınızda "sevgililer günü de değil bugün, n'oluyoruz yahu" diye kendi kendinize düşünüyorsanız, sahilde veya herhangi bir yerde yürürken sarılmış çiftleri görüp şiddetle onları ayırmak istiyorsanız, arkadaşınızlayken çiçekçiler yanınızdaki kişiyi sevgiliniz sanıp çiçek satmaya çalıştığında "biz arkadaşız" dedikten sonra içiniz acıyorsa, telefonunuz hiç çalmıyorsa, forward mailler dışında mail kutunuza yeni bir şeyler gelmiyorsa, insanların olduğu yerlere gitmektense evde kalmayı tercih ediyorsanız, bugünlerde çok asabiyseniz, "bahardan nasibimi alamadım" diyorsanız, kurduğunuz cümlelerin çoğu geçmiş zamana aitse, eski sevgililerinizin listesini yapıp hangisine dönsem ki diye düşünüyorsanız, msn'de isminizin yanına depresif sözler iliştiriyorsanız, Hande Yener yerine Ferhat Göçer-Yastayım dinliyor ve bunalıma giriyorsanız, konserlerde/"cafe"lerde arkadaş grubunuzla takılıyorsanız, cümlelerinizi toparlayamıyor ve buna bağlı olarak konuşamıyor ya da yazamıyorsanız, yanınızdan mutlu bir çift geçtiği zaman böğüre böğüre ağlamak istiyorsanız, aynada kendinize bakıp "yoo böyle de gayet süperim" dedikten sonra süper olduğunuz hissini maksimum 10 dakika koruyabiliyorsanız ve bunlara benzer daha pek çok durum yaşıyorsanız; siz, yalnızsınız.
Aramıza hoş geldiniz...

Nisan 18, 2006

Blog Haberi ve Aliye

Ortalarda şu şekilde bir mail dolaştı geçtiğimiz hafta;
"Merhaba,
Akşam Gazetesi haftasonu ekleri için bloglar ve blog yazanlarla ilgili bir haber hazırlıyorum. Tesadüfen sizin bloglarınızla karşılaştım ve okudum. ;Çok ilgimi çekti ve etkilendim. Sizinle röportaj yapmak istiyorum ne dersiniz?

SABANUR KIRAÇ
AKSAM GAZETESI" -mailde de Akşam Gazetesi böyle vurgulanmıştı-.




Ben de bu maili alan diğer bloggerlar gibi çok sevindim. Röportaj teklifini kabul ettim. Ancak 2 gün geç cevap verdiğim için kontenjan çoktan dolmuştu. Çıkan haberleri gördükten sonra iyi ki dolmuş dedim. Benim hala inan-a-madığım magazin haberi yazar gibi blog haberi nasıl yapılır? Gerçekte mağdur olmayan insanlar nasıl mağdur/mağdure edilir. Konuyu öğrendikten sonra muhtemelen başımdan beni mağdur edecek bir olay geçmediğini söyleyecektim ve röportaj falan yapmayacaktık. Aynı şeyi söyleyen Crystal'i gazetenin cumartesi ekinin önünde yarım sayfa fotoğrafı ve altında gerçek olmayan bir haber başlığıyla beraber gördüğümde "ya ben olsaydım bu" diye düşünmedim değil. Blogu bulduğumda ve okumaya başladığımda bulduklarımsa yine pek iç açıcı değil. Diyet Kardeşleri de karışmış vaziyette. Anladığım kadarıyla kendilerinden izin alınmadan cümlelerinin, linklerinin, isimlerinin kullanılmasından rahatsızlar çünkü kendi üzerinden prim yapmakla Xtra'yı -blog sahibini- suçluyorlar. Köşe yazarlarının yazacak şeyi mi kalmadı ki blog dünyasını allak bullak ediyorlar? Biz kendi halimizde yazıp gidiyorken neden bizi kızdırıyorlar? Aynı şeyi yapıyoruz aslında; yazıyoruz. Yapılan yorumlardan birinde çok dahiyane bir fikir vardı hoşuma gitti; bu haberi yapan insanların fotoğraflarının altına yalan haberler yazmak ve bloglarda yayımlamak. Onları kendi silahlarıyla vurmak, hoş olurdu tabii. Fakat mantıklı düşününce bunun hiçbir yararı olmayacağını anlıyorum. Yaklaşık 1 sene önce bloglarla ilgili bir haber yapılmıştı sonuçları böyle olmamıştı. O zamandan bu zamana değişen ne bilmiyorum, böyle devam edecekse sonunu pek iyi görmüyorum.

***

Her salı akşamı içimiz kan ağlıyor, bu çile bitsin artık! Aliye çocuklarına kavuşsun biz de ağlayacak başka şeyler bulalım. Her bölümden sonra "ee yeter be!" diyorum ama her salı "acaba bu sefer?.." heyecanıyla tekrar izliyorum. Çemberimde Gül Oya'nın ruhu şad olsun. Muhteşem bir diziydi. Tek konu üzerine kurulu, her hafta ısıtıp ısıtıp aynı pilavı yemek gibi değildi en azından. "Beğenmiyorsanız izlemeyin kardeşim"cilere ilk defa Aliye konusunda katılmıyorum. Çok komik yahu Aliye'yi izliyorum...

Nisan 17, 2006

Dördüncü Gün

ve son gün demek lazım aslında. Onca burukluğun, kahkahanın ardından gelinen son gün. İstanbul'a veda...

Sabah yine Mtlda'yla buluşmak üzere yola çıktık. Kahvaltı yapalım diye Simit Sarayı'na gittik. Bir kız "hişt pişt" falan diyor bana "yaşasın terskose sen misin" diyecek kesin diye arkamı döndüm; meğer mtldaymış. Neyse bu şoku çabuk atlattım. Karnımızı doyurduk yola koyulduk. Yolda trafiğe yeni çıkmış veletler gibi tek sıra halinde yürüdük. Bir yandan da Tutku'ya telefon sormayı ihmal etmedik ve sonunda ona uygun olmasa da bi telefon alabildik. Fransız Sokağı'na vardığımızda her zaman olduğu gibi benim yine ağzım açık kaldı. Neden olduğunu bilmiyorum ama orayı çok seviyorum. Etrafa baka baka Tophane'ye indik. Parma'da çay içtik. Sonra Nuray bize insanın içini ısıtan bi teklif yaptı; Ortaköy'de kumpir ve boğaz turu... Dayanamadık, gittik. Ne de iyi ettik. Hayatımda yediğim en güzel kumpirdi ve içtiğim en güzel çaydı oradaki. İstanbul'da olduğuma inanamadığım, en büyülendiğim, en hayran kaldığım dakikalardı. İstanbul'a tekrar tekrar aşık oldum. Bol bol fotoğraf çektim. Ara sıra gözlerim doldu, yüzümü çevirdim, yaşlarımı içime akıttım. O güzelliği bozmaya kimsenin hakkı yoktu; zamandan başka...
Gün böyle bitmedi Nuray bizi bir de Emirgan'a götürdü. Denize düşmeyi göze alıp kendimi kıyıya attım. Ayaklarımı suya salladım. -çocuklar gibi şendim demek istiyorum burada, çok büyümüşüm gibi- Her şey için teşekkür ediyorum bir de herkese. Sonra Taksim'e döndük bizi uğurlamaya Leon geldi. Tıpkı şu an gözümün önüne gelen son Taksim görüntüsü gibi İstanbul; kalabalık, yer yer karanlık, bazen aydınlık hüzünle karışık yağlıboya bir mutluluk tablosuydu. Renkler daha fazla karışmadan vedalaştık. En kısa zamanda görüşmek üzere, hoşça kallaştık. Söylemeden edemeyeceğim İstanbul'u daha şimdiden çok özledim, seni de.


not: fotoğrafımı çalmayın, küserim.

***

Bu derginin Mayıs sayısında ilk yazım çıkacak. Bundan sonra her ay yazacağım. Yavaş yavaş bulaşıyorum dergi/gazete sayfalarına. Devamını merakla bekliyorum. Sezonu açıyoruz herkesi bekleriz.

Nisan 15, 2006

Üçüncü Gün

Geceden planımız Ortaköy'de kahvaltıydı. Gerçekleştirdik. Önce Kadıköy'e ardından vapurla Beşiktaş'a gittik. Vapurda çok üşüdük ama bol bol Kız Kulesi'ni izledik. Sonra ağaçlı yoldan yürüyerek Ortaköy'e vardık. Cebimizde kalan parayı gözden geçirip kumpir yemeye karar verdik. Ertesi gün daha iyisini yiyeceğimizden henüz bihaberdik. Sonra fotoğraflar çekildik, hayatımda ilk defa güvercinlere yem attım. "Kuş gribi olacak mıyım Tanrım?" diye sormadım. Allah bana hep çok dinsel gelir bu yüzden Tanrı derim. Tanrı derken de "ahaha gavur özentisi" denmesinden korkarım. Güne geri dönecek olursak; hava çok kasvetliydi. Zaten İstanbul sadece biz giderken güneş güneş gülümsedi. Eğer bulut olsaydım, en az orada yağan yağmur kadar yağar, gözyaşlarımı akıtırdım. Ağlamaya gelmediğimizi hep hatırladık, hatırlattık. Fakat sanırım havadan, ağzımızı hep kıvırdık. Daha sonra seboistnet buluşmasına gittik. Yeni insanlarla tanıştık, yenileri sevmem. Ben çok sıkıldım. Zaten canımı sıkan, beni renkten renge sokan daha birkaç ayrıntı vardı ama onları anlatmak istemiyorum. Sizin de anlayacağınız gibi üçüncü gün pek güzel değildi. O günün belki de en güzel olayı bowlingti. Hayatımda ilk defa bowling oynadım. Beterboy 1., 029 2., Leon 3., ben 4., Senem 5. ve Tutku oyundaki mal yani sonuncu oldu. Akşamına da Nevizade'ye gidip maç izledik. Kısa süreli sinir krizleri geçirdik. Geceyi Senem'lerde geçirdik. Sabahın 5'ine kadar Vega konuşabileceğimizi bilsem onunla çok daha önce tanışırdım. Üçüncü gün biraz da O'na dairdi -eski okurlarım, hatırlamalısınız O'nu-. Belki canımı bu sıktı, anlatacak fazla şey kalmadı. Biz sustuk geriye kalan herkes, her şey konuştu. O gün belki de son gündü. Belki de sondu...



***

Üçüncü günün özeti için buraya tıklayın. Dinleyin, anlayın. Ben çok güçlü olduğumu ya da çok iyi bir yalancı olduğumu bilmiyordum. İstanbul öğretti. Yalanlarımız güzel, inanması zevkliydi..

edit: 029 ikinci olmuş ama gönüllerimizin ikincisi Leon. Bir de buraya yazmayacaktım ama Akdeniz'de neşe kaynağımız biri vardı; teşekkürler.