Aralık 22, 2008

yürüyen merdivende yürüyen insanlardan hoşlanmıyorum.

Aralık 20, 2008

Hepinizden çok sıkıldım ancak bunun için üzülmüyorum, yazıyordu defterin son sayfasında.

Aralık 18, 2008

Nefret edemeyecek kadar aciz durumdaydı. Elinde sadece acı vardı, her geçen gün daha da büyüyen ve onu da içine alan saf halde acı.
Başını gökyüzüne kaldırdı, bir bulut seçti, üzerine uzandı.

Aralık 12, 2008

"zira aşk, nasıl sizi taçlandırırsa öyle de sizi çarmıha gerecektir. nasıl serpilmeniz içinse öyle de budanmanız içindir."

Aralık 10, 2008

"gerçeklerin içine, en derinine girmeye çalıştım. gerçekler, üzerine fazla giderseniz kendiliğinden masala dönüşüyorlar."
m.s

bazen bazı şeyleri başka başka insanlar tamamen doğru kelimeleri seçip yine tamamen doğru sıraya yerleştirip söylüyorlar, hayat benim için son zamanlarda söylenmiş bu cümleleri bulup "cuk" sesini duymakla geçiyor.
zaten her şey bir gün mutlaka geçiyor.
biriktirdiklerimi doğurmaya kalktığımda çok acıyorlar bu yüzden hepsi birer birer içimde ölüyorlar.
kendi kendimi zehirlemekte üzerime yoktur ve cümlenin sonuna konan nokta "." aslında pek çok kelimeden daha ağırdır. ağrıtır.

Kasım 16, 2008

Her gece kendime sarılarak uyumak, kimsenin yüzünün bana dönmemesiyle yüzleşmek ve bu gerçeğe artık alışmak...
Bir yerlerimden kırılıp duruyorum da oraları tekrar neyle, nasıl yapıştıracağım, bıraktığım yerden hayata nasıl devam edeceğim bilmiyorum...
Aslında hiç var olmadım, bu yüzden yok olmayacağım...
O halde neden bu kadar bulanık ve nereye gizlendi tam da şu anda ihtiyacım olan aydınlık?

Lütfen...

Kasım 14, 2008

Ben küçükken dünya bu kadar büyük değildi.

Ya ben küçülüyorum tekrar ya da her şey o kadar hızlı büyüyor ki karşı koyamıyorum, ufalıyorum. Bu şekilde devam ederse şayet tahtadan silinen tebeşir noktası gibi olacağım, tozum bile kalmayacak, korkuyorum.

Kasım 10, 2008

"akıllı düşman, aptal dosttan iyidir."

Ekim 24, 2008

"..."

ve sonsuza kadar mutlu yaşadı(lar).

Ekim 14, 2008

Çok şiddetli bir çarpışmaydı. İçindekilerin hepsi parçalanarak döküldü. Sırt üstü yatıyordu. Kullanmamın yasak olduğu kelimeler vardı. Hepsi birer birer öldü.

Çok, şiddetli, bir/tek, çarpışmay'-dı.
İçin(m)dekilerin hepsi parça-lanarak dö(kü)ldü.
Sırtüstüyatıyordubunuonayapamazdımbunuonayapmadım.
Kullanmanın yasak olduğu kelimeler vardı, baskı vardı, basınç vardı, sindirme vardı, direnç yoktu.
Hepsi bir'er bir'er öl,dü.
Koşmamgerekiyordukoşamadım.
Bağırmamgerekiyordubağıramadım.
Ağlamamgerekiyorduağlayamadım.

Sadece ve sadece bir kabustan uyandım, birkaç hayattan birden uyandım. Bir...den, uyandım.

Ekim 13, 2008

Ekim 12, 2008

Ekim 08, 2008

Ekim 07, 2008

"Hiçliğe, hiç bu kadar yakın olmamıştım" derken kullandığım 'hiç' ironi midir? Değilse nedir?

Ekim 05, 2008

Böyle demek istemezdim ama, mide bulandıracak kadar berbat. Tüm keşkelerim "iyi ki"lere dönüyor zamanın getirdikleri yüzünden.
Zaman zaman.
Zaman, zaman, zaman...

Eylül 29, 2008

Bir sahne kalmış aklımda.

Biri gidiyordu, biri o gittiği için neredeyse ölecek gibi ağlıyordu, diğerleri "başka" şeylerle meşguldü.

O tonu duyduğumda gidiyor muydum, ölecek gibi ağlıyor muydum bilmiyorum ama "başka" şeylerle meşgul değildim bunu biliyorum. Sonrasında "cevap yok"u da biliyorum. Saatler sonra gelen komik üç kelimeyi de biliyorum. Sonrasındaki teknolojik soğukluğu da biliyorum.
Ben zaten her şeyi biliyorum ama hep susuyorum.


"Bileğini çevreleyen renkleri teker teker özenle sıyırdı. Sağ elinde parıldayan jilete gülümseyip yıllar öncesini hatırladı. Eskisi kadar yalnız değildi artık, hatıraları odasında, yanındaydı. Jilet ete saplandı, kanadı, kanadı, kanadı...
Artık gömleğimde kan lekeleri vardı."

Eylül 28, 2008

Bazı şeyler görülerek kırılırken bazıları fark ettirmiyor bile.
Çıt diye kırılıp kırıldığı yerden devam ediyor yoluna.
"Zor günler bir gün mutlaka geldiği gibi gider"
Döne dolaşa kendime...

Eylül 26, 2008

Şehir ve sonbahar, yağmur ve rüzgar, esmer şeker ve yeşil çay, battaniye ve çoraplar, Tori Amos ve kitaplar...
Hayatla önümde hep arka arkaya dizilmiş kalın kalın camlar...

Hiçbir yerdeyim artık, her şeyimle. Dağılan tüm parçaları topladım da, keşke "..."lar da olmasaydı. O halde yazının tam da burasına, koskocaman bir 'neyse'.

Eylül 22, 2008

Oraya kadar gittim.
Belki de sınırım buydu, ayaklarım yağmura uydu.
Dedim ya oraya kadar gittim, orada değildin.

o halde "don't panic"

Eylül 18, 2008

Çok ince bir çizgide yürümek gibi. Çizginin inceliği yüzünden asla iki kişi olamıyorsun, canın ne kadar istese de yanına kimseyi alamıyorsun. Dengeni kaybedersin diye dönüp ardına bakamıyorsun. Ama biliyorsun. Çok ince bir çizgide yürüyorsun. Ve acıttıkça daha da gülümsüyorsun.
Sonbahar geldi. Beklediğim belki de tek şeydi.
Asıl şimdi başlıyoruz dökülmeye, zaten aylardır yaptığımız tek şey biriktirmekti...
Hadi bakalım.

Eylül 16, 2008

"Ölenler bildiğiniz gibi kalırken, yaşayanlar hep bir hayalet olarak gezinirler ortalıkta. Bir zamanlar çok sevmiş olduğunuz birinin hayaleti olarak. (...) Gençken hayatımızdan boşalan her şeyin yerine yenisini koyabiliriz sanırdık. Öyle olmuyor. Hayat boşala boşala azalıyor." syf 203


Son zamanlarda bana, "Nasılsın?" diye soranlara hep, "Bilmiyorum," diye yanıt veriyorum. "İyi mi, kötü mü olduğum hakkında hiçbir fikrim yok. Biri bana nasıl olduğumu söylemeli." syf 226


"Her insan, kendi olması karşılığında topluma bir bedel öder. Az ya da çok, ama mutlaka bir bedel. Kimse bedelsiz kendi olamaz.
Bu bedel çoğu kez yalnızlıktır." syf 235


Bu paragraflara bakıp hazıra konduğumu düşünebilirsiniz ancak aynı duyguları farklı cümlelerle tekrarlamama gerek olduğunu sanmıyorum.
'Yüksek Topuklar' şaşırtıcı olabiliyor bazen gerçekten...

Eylül 14, 2008

Ben aynaya bakamadıktan sonra sen işaret parmağını suratıma doğrultup sallasan da ne değişir ki?
İzleri silemiyoruz.

"please be honest Mary Jane
are you happy
please don't censor your tears "

Hepimiz hayatımızda en az bir kez Mary Jane olmuşuzdur, kendimizi kandırmayalım şimdi.

Eylül 07, 2008

Yaşadıklarım öyle pamuk ipliği ki neresinden tutsam elimde kalıyor.
Ki insanoğlu bu, bir şey hissetmeyegörsün ardından gitmeden, gürültü patırtı kopartmadan rahat duramıyor.
Hele ki bahsettiğimiz 'insanoğlu' benim gibiyse, bunu sadece nadiren hissediyorsa... İşte o zaman kurtuluş yok, gidebileceği yere kadar gidiyor, biriktirebildiği kadar acıyı biriktirip ceplerine dolduruyor. Keşke hayal kırıklıklarımızı bir şeylerle takas edebiliyor olsaydık...
Yine de şarkıda da diyor ya "don't feel ashamed"
O halde "i don't feel ashamed" desem, kendim de inanır mıyım ki?

Eylül 04, 2008

şimdi ben gözlerimi kapatıyorum. hatta ellerimi de üstlerine koyup sıkıca bastırıyorum. içimden sonsuza kadar saymaya başlıyorum. böyle yaparsam bana değmeden geçip giderler sanıyorum ancak olmuyor yine de.
her yerimden çekiştirip sağıma soluma çarpıp duruyorlar, dengemi bozuyorlar ama düşüremiyorlar. hoş düşsem de kalkamayacak mıyım sanki bir daha...
neyse, gerçekten sadece huzur istiyorum. başka bir şey değil. daha çoğunu değil.
sadece ve sadece huzur.
rahat bırakabileceklerini sanmıyorum ama... yine de durum böyle...

hayat, gerçekten derdin/derdim ne?
barışacağımızı sanmıyorum.

"lost, myself again, and i feel unsafe"

Eylül 01, 2008

Ben elimle koymuş gibi buluyorum.
Yoksa siz, hâlâ?
...

Ağustos 28, 2008

"those girls that smile kindly then rip your life to pieces"

uymayan kelimeleri isteğiniz üzerine değiştirebilirsiniz ancak yarattığı etkiyi tartışmayalım bile.

Ağustos 23, 2008

Huzur depolanabilseydi eğer şu sıralar epey biriktirirdim.
Ama giderayak onunla da konuştuğumuz gibi şu hayatta güzel hiçbir şey depolanmıyor, bu yüzden aceleye getirmeye gerek yok öpüşmeleri, sevmeleri, sevişmeleri. Tadına vara vara, sakin sakin yaşamalı.
Ya da tüm basmakalıp gerçekleri elin tersiyle itip içten nasıl geliyorsa öyle davranmalı. Kolay kolay vazgeçemiyor insan tadına bir kez alıştı mı...


"handan, hamamdan geçtik,
gün ışığındaki hissemize razıydık;
saadetinden geçtik,
ümidine razıydık;
hiçbirini bulamadık;
kendimize hüzünler icadettik,
avunamadık;
yoksa biz...
biz bu dünyadan değil miydik?"

Ağustos 22, 2008

gelip gitmeler yasaklanmalı acilen.
aynı etkiyi yaratan şarkıları da yok etmeliyiz.
bunların tümünü hallettikten sonra hepimiz derin bir nefes alıp arkamıza yaslanabilir, saatin tik taklarına bakıp "zaman geçmek bilmiyor" yahu diyebiliriz.

Ağustos 16, 2008

Bazen sadece müzik anlatır söze gerek kalmaz.

inatla ghosts from the past...

ve bazıları geçmiş'imde bile yer alamıyorken...

en yeniye, en gelecek'ten gelmişe ghost muamelesi yapıp past ile sarmak sarmalamak, gitmesin diye sıkıca sarılmak ki
trenler kalkarken kulağı sağır edecek o sireni çalmaya devam ediyorlar hala.

hayatı eksik yaşamak bizim gibiler için kaçınılmaz olmalı, yoksa bu kadar karavana atış arada bir de olsa gideceğinden, biteceğinden emin olduğumuz nice ödüllerle taçlandırılmazdı.

öyle bir korkaklık hali ki tüm bedeninle uçmak isterken ayağını yerden çekememek...

Temmuz 30, 2008

Hayata dair söyleyeceğim yeni bir şeyim yoksa, hayata dair "yeni" beklentilerim yoksa ki çoğunluk umut diyor bunun adına, hayata dair gücüm yoksa, yorgunsam ve sıkılmışsam...
o halde ne önemi var?
gerçekten, ne kadar?

ya ben olduğum yerde kalmak için çok ısrar ediyorum ya da dünyanın geri kalanı çok hızlı hareket ediyor, yetişemiyorum.
film de değil ki sıkılınca durdurup istediğinde devam edesin. hayatımda en çok play/pause butonunun eksikliğini çekiyorum şu aralar. söylemenize gerek yok farkındayım hemen ötede "stop" var...

Temmuz 22, 2008

Her zaman iyi hissettiren yalnızlığım da dünyadaki diğer her şey gibi karşılık beklediğini belirtti. Yalnız olduğum için sunabileceğim hiçbir şeyim yoktu, giderken yarattığı boşluğa can sıkıntısını ekledi.

Bazen öyle anlar geliyor ki silik hissediyorum kendimi. Sanki etrafımdaki herkes sahip olduğu tonun en doygun noktasına ulaşmış da ben eksik kalmışım. Sanırım tam da bu yüzden saydamım. Yine de geçirgenliğimin de bir üst noktası olmalı. Zira içimden geçen her şey girerken de çıkarken de iz bırakıyor. O izleri görmezden gelerek yaşamaksa tahmin edebileceğiniz gibi ömrümden götürüyor.

Hiçkimseye ulaşamıyorum, hiçkimseye dokunamıyorum, hiçkimsede yaşayamıyorum. Sadece nefes alıp veriyorum,
alıp veriyorum.
alıp
...

Temmuz 21, 2008

Durduk yere bir şeyleri bir şeylere benzeterek anlattığımız, belki de böyle yaparak verdikleri acıyı azaltmaya çalıştığımız günler...

İlişkiler yara bandı gibiler.
Sen ve ben bantın yapışkanına tutunmuş saydam parçalardık. Biri geldi, önce seni çekti sonra beni. Bantla yarasını kapattı. Bizi bir daha birleşmemek üzere ayırdı. Kendini durdururken bizi kanattı.


Hiçbir şarkı sözü "you don't want me to know // time to leave me now, you've had your fun" kadar canımı acıtmamıştı.
Daha çok acıyoruz artık, daha çok ağlıyoruz, daha çok ölüyoruz sabahları uykumuzdan uyanırken. İnatla azaltamıyoruz ama içimizdeki ağrıyı. O ilk günkü yeni'liğiyle duruyor orada.
Bir şey değişirken hayatımızda, beraberinde her şeyi değiştiriyor. Önünde duramıyoruz, engelleyemiyoruz. Geçip giden yaza ayak uydurup sıcak kumlara uzanamıyor, kavrulmuş kum taneleriyle ruhumuzu dağlıyoruz. Sahi biz, verilenin ne kadarını yaşıyoruz?

Temmuz 19, 2008

Gül Kendine albümü kadar yumuşak ve özünde sert aslında yaşadıklarım. Yine de hayata gözlerimi hiç kapamadım. Bu sabır nereden geliyor bilmiyorum.
Öyle şeyler olurdu ki eskiden, ters köşeye yattığımdan emin olurdum.
Öyle şeyler oluyor ki şimdi, sırada ne var acaba bile diyemiyorum.
Hiç kıpırdamadan, nefes bile almadan olduğum yerde dursam, avuçlarımı sıkıp gözlerimi kapasam beni görmezden gelip oyun dışında bırakmazlar mı acaba?
Çünkü ne öne sürebileceğim sahipliklerim var artık ne de oynama isteğim.

Temmuz 17, 2008

Belki de durduğum yerle alakalıdır diye rahatlatıyorum kendimi. Çünkü dünya çok büyük ve ben gerçekten de çok küçüğüm.
Sarı çizginin ötesinde beklerken kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Ay ışığıyla parlayan gökyüzü çok uzakta denizle birleşiyor. Kaldırımda sabahki yağmurdan kalma su birikintileri. Kimsenin hayatında birikemedim. Uzun uzun düşününce ne kadar yürüdüğünün çok da önemi yok aslında. Çünkü yolun sonuna geldiğinde mutlaka düşüyorsun ve aynı anda iki işi yapmaktan aciz insan bedeninin mucizesi, düşerken düşünemiyorsun.

Hayatın her anında "lütfen sarı çizgiyi geçmeyiniz" gibi uyarılar yer alsa da kırılmadan yaşayabileceğime inanmıyorum.
Ve birikintiye düşen her yeni damla gibi diğerlerine karışıp sıradanlaşıyorum.

Beklenti ve gerçek arasında kurulan dengesiz arz talep ilişkisi ve hayat benim için bile bir zamanlar gerçekten çok güzeldi...

Temmuz 16, 2008

Uykuya dalmadan önce düşünülen son şey...

Baskısı tekrarlanmayacak kitapların yazgısıyla özdeş kaderim. Kapağımda yer yer solmuş kahve lekelerim, sigara kokusu sinmiş harflerim, benliğim ve bazı sayfaları kopup parçalanmış, güneşle hırpalanmış sayfalarım, cildim, cümlelerim. Yıllardır beni arayan koleksiyoncuya kavuşana dek sahafın raflarında oradan oraya savrulup, arada sırada yaşadığım bu gel gitlerle birikmiş tozlarımdan kurtulup bekleyeceğim.

Temmuz 14, 2008

Her şey sırayla demişler.
Önce annem arayıp ağlayarak kapatmıştı, şimdi ben kapattıktan sonra ağlıyorum.
Zor geliyor bazen.

Liseli gençler gibi notlaştığımız ve uzun yürüyüşler yaptığımız çok sevdiğim bir insanın bana daha önceleri de aktardığı gibi:
"Asi es la vida"

Temmuz 09, 2008


Hayatın da önünde soluklanabileceğimiz, dilediğimizde kapatıp sorunları dışarıda bırakıp dilediğimizde sonuna kadar açıp temiz havayı içimize çekebileceğimiz pencereleri olmalı.
Ancak özgürlüğe açılan/kapanan hiçbir pencereye - ya da kapıya - koruma amaçlı zincir çekilmemeli. Zira görüp de dokunamamak daha çok acıtır. Ve hepimizin bildiği üzere göz göre göre acıtmak, acımaktan çok daha kolaydır.

Temmuz 07, 2008

Ve ben kabuslarımda yılanlarla, farelerle, böceklerle boğuşup sıçrayarak uyanırken, "hayatla derdin ne senin?" sorusuyla irkilebilen bir insan oldum bugünlerde.
Yüzümü ekranda görüp öpen bir annem var oysa ki...
Bu kadarı fazla dediğinde, kendi "fazla"lıklarımı düşündüm ve sustum. Susmam gerekiyor çoğunlukla, konuştuğumda saçmalıyorum yoksa.

Soruya vereceğim cevabı ararken fark ettim ki benim hayatla bir derdim yok, şayet bir dert varsa sahiplenilecek o kesinlikle hayata ait. Bulunduğum noktadan geriye dönüp baktığımda gördüğüm her şey dışta günlük güneşlik...

Dışı seni, içi beni.

Haziran 23, 2008

her şeyi bırakıp hiçbir yere gitmek istiyorum.
bu sefer çok,
bu sefer, çok...

bu kadarı "çok"

Haziran 19, 2008

Jilet kanatlı kelebeklerin içime salınmasından bahsediyorum, buna sebebiyet verecek şarkıları "repeat"e alıp öyle dinliyorum. Dinledikçe kanıyorum. Ne güzel!

Fotoğrafla konuşmayalı ne uzun zaman olmuş oysa O, gökyüzüne bakarken, çok uzaklara bakarken, gülümserken ya da sadece... beni dinliyor sanki. Anlattığım her şeyi duyuyor olsaydı şayet eminim susmazdı, bir şeyler söylerdi. Susmak da bir tepki biçimiyse eğer ben bu seferkini reddediyorum. Etkim çok büyük çünkü.
Olasılıklar ne kadar geniş ve uçsuz bucaksız görünse de ihtimaller bir o kadar dar ve kısıtlı aslında. Olasılık ve ihtimalin aynı şey olduğundan bahsetmeyin bana, ben nasıl istiyorsam öyle. Olasılık ve ihtimalin aynı şey olmadığından da bahsetmeyin sakın, dedim ya ben nasıl istiyorsam öyle.

Sen uyurken, sen uyanırken, sen konuşurken, sen susarken, sen öperken, ... Peki ya ben?

Haziran 16, 2008

- Aa, kedi ağaca çıktı!
- Ne ilginç...

"Sular kesik" günaydın'dan sonraki birkaç cümleden biri olunca insan hayatında, çok can sıkabiliyormuş. Hazırlıksız yakalanmanın huzursuzluğu, yine de tüpün yanında bulunan 5 litrelik şişenin hayat kurtarıcılığı içinde bocalanan bir gün. Etiketi: Yeni.

Köşesine yerleşecek bir kalp bulmuştum ben. Bundan çook uzun zaman önceydi. Üzerine birkaç kişi geldi, üzerinden birkaç kişi gitti. O yüzey gibiydi. En altta, en derinde kaldı. Hiç gitmedi. Bugünlerde istiyorum ki o beni biraz sevsin. Havalar ısındı diye mi böyle oldu, yolculuk yaklaştı diye mi bilmiyorum. Bildiğim tek şey şu ki, sesini duymadığım, tenine dokunmadığım, yüzünü hiç görmediğim O'nu çok özlüyorum.
Öyle bir özlemekse benimkisi, böylece yaşamak işte aslında hayatımın ta kendisi.

İçimde en sarsıntılı depremlerin yaşandığını sanıyor insanlar. Oysa öyle bir huzur ki. Uykudan uyanıp da "ımmm" dedirten rüyalardan biri içindeyim. Diyorlar ki "sen şu an böyle ve şöylesin" diyorum ki ben şu an "öyle" değilim. İnanıyorlar mı? Anlıyorlar mı? Sanmıyorum. Her sabah uyuyorum, her gece uyanıyorum. Gün içinde en çok görüp de hatırladığım rüyaları seviyorum.
En iyi arkadaşım rüyalarım ve en sadık oyuncağım hayatım. Pazartesileri sevmesem de sonsuza kadar oynayacağım.

~ okullarda, nasıl ölüneceğini öğretecek dersler olmalı.
"the lesson today is how to die."

Haziran 06, 2008

Yorgunum ben;
tökezlemekten,
en kötü ihtimali gerçeğe çevirmekten.

Mayıs 13, 2008

Bugün beni kimse sevmedi. Kimse bana sarılmak istemedi bugün. Çok kalabalıktım dün. Yapayalnızım bugün.

Geç kalınmış pişmanlıklarım geldiler, kapımı çaldılar. Açmadım.
Keşkelerim kaderim olduklarını söylediler, kederime katmadım.
Bugün hiç acıkmadım ve bu yüzden hiç doymadım.
Gördüklerime, duyduklarıma yine, yine, yine, yine, yine kat la na ma dım...
Başaramadım.
Çamurları üzerime bulaştıramadım...
Paslanamadım...
Çok çok çok çok kirli insanlar tanıdım...
Onlara masum olduğumu anlatamadım.
İnandıramadım...
Yapamadım...
Yaşayamadım.

h e r ş e y ç o k zor. çokçokzor

Mayıs 12, 2008

Hayat tıpkı çay gibi, az demlesen yavanlığından çok demlesen acılığından yaşanmıyor.

Her şeyi biriktirebileceğimi sanmıştım oysa ben daha yolun başında. Ucu bucağı olmayan bir valiz yanılgısına kapılmıştım hafızamı her hatırladığımda. Hafızadan bahsederken bile "hatırlamak" sözcüğünü kullanmak birilerinin oyunu olmalı, bu oyunu oynayan saklandığı yerden bir an önce çıkmalı.

Bazen daha önce çoğu zaman yanında bulduğun, sağında solunda, eteğinde yamacında bulduğun kişiyi en çok istediğin anda yanında bulamıyorsun. Etrafında dönüp anlamsızca haline ağlıyorsun. Ağlamana sebep okudukların da var, hatıraların da var. Utanmıyorsun ve usanmıyorsun. İşte tam da bu anda tüm hatıralar geliyorlar bekledikleri yerlerden. Reklamdaki gibi zihninin tüm dolaplarından, bütün çekmecelerinden bir şeyler fırlıyor. Sen ayak uyduramıyorsun yalnız, şaşırıp kalıyorsun. Donakalıyorsun hatta. Gözünde yaşlarınla don'akalıyorsun. Sonra teknolojiye sığınıp özlem gidermeye çalışıyorsun. Her şey yarım yamalak. Sevgilerimiz bile şebeke kurbanı. Çekmiyor, ses gelmiyor, ses gitmiyor, lanet ediyorsun. Anlamsızca yaşını hatırlıyorsun sonra, daha küçüğüm deyip gülümsüyorsun. Öyle içten gülümsüyorsun ki sokaktan geçenler de sana gülümsüyor. Yanında olsa o da sana gülümser, eminsin. İzmir'de olduğunu anımsıyorsun. Hani esnafın yüzünün hep güldüğü, birkaç kelimenin farklı adlarla çağırıldığı ve güneşin hep denize battığı bu sıcak şehir. Adı İzmir.
Burada olmamak için o kadar çok şey verebilirdim ki ve burada olmak için ne kadar çok şey verebilirsin... Bilmek, anlamak çözmeye yetmiyor. Sorunlarımız boyumuzu aştı, sorularımız yaşımızı aştı. "Sen çok iyi birisin"

Yalnızlık, yalnızlık, yalnızlık...

Kendimden çıkıp kendime dönüyorum.

Mayıs 11, 2008

Bildiğin tüm köprüler çoktan yanmış ve çaldığın tüm kapılar suratına kapanmışsa yapabileceğin çok şey kalmamıştır aslında...

Öğrendiğim bütün dilleri seni tanıdığımda unuttum.

"Yazık,
çok yazık..."

Nisan 22, 2008

Ve eğer ki huzur depolanabilen bir şeyse, en çok ileride harcamak üzere biriktireceğimden emin olabilirsiniz.

Ya da atlamak üzere olduğum bu eşikten, elimi tutup, benimle atlayabilir ve arkamızdan su dökecek anneme gözyaşlarına katık etmesi için incecik bir gülümseme bırakabilirsiniz.

İnsana en iyi gelen şeyin zamansız dinlenmeler olduğunu bilen herkese, iyi tatiller.

Nisan 14, 2008

Okuduğum kitaplardaki öyküler bana kan tadı veriyor. Cümleler kanar mı gerçekte de yeşil balık? Konuşmak için ağzını açtığında içine su doluyor, durduramıyorum. Sana yardım edemiyorum.
İsteklerimin önüne geçmek için geliştirdiğim otokontrol sonucu yine bir şeyleri engelliyorum.

İlk cinayetimi gördüğümde kaç yaşındaydım hatırlamıyorum. Sular kana bulanmıştı. Su kanallarından günlerce oluk oluk kan akmıştı. Hangi Tanrı kanı bu kadar çok sevebilirdi ki? O gün birilerinin tanrısı olamayacağımı anlayıp gözlerimi kapadım.
Gözlerimi tekrar açtığımda ergenliğin saçma evrelerinden birinde kısır döngüye girmiş evrimimi tamamlamaya çalışıyordum. Çikolatalar kana bulanmıştı. Adet kanını çikolatalara sürüp sevgililerine yedirmek isteyen kızlar etrafımı sarmıştı. Hangi genç kız sevgilisini ömrünün sonuna kadar kendine bağlayacak kadar sevebilirdi ki? O gün birilerinin sevgilisi olamayacağımı anlayıp gözlerimi kapadım.
Gözlerimi yeniden açtığımda o kadın kulağıma dünyanın en kötü şarkısını söylüyordu. Çeliğin deriye girerken yaşadığı anlık zorlamanın ardından yuvasına oturan anahtar gibi arka arkaya ete girip çıkmasını ve ortalığı kana bulamasını izledim. Yapacak bir şey yoktu. Kesilme sesi duyulmuştu ve kan akacak yolu çoktan bulmuştu. Koşamadığı için öldürülecek diyorlardı, peki başka çare yok muydu? Yoktu. Hangi insan sahip olduğu şeyi 'onun iyiliği için böyle olmalı' diyerek yok edebilirdi ki? O gün birilerine ve bir şeylere sahip olamayacağımı anlayıp gözlerimi kapamadım, yuvalarından çıkardım.
Hepinizden daha çok kanadım. İnce jiletlerin damarlarımın üzerinde dans etmesine, minik iğnelerin damarlarımın içindekini çekmesine hiç aldırmadım.
Kanı arkadaş belledim, kan kokusunu çok sevdim.
Bugün cinayetlere kayıtsız kalmam, düşen çocuklara bakıp kahkahalar atmam, öleceğim diyenlere ardımı dönmem bu yüzden.
Dünyanın bütün kanlarını gördüm ve o kanların tadına doydum ben.

"etimizden geçen zamanla, içimizden geçen zaman aynı değildi çünkü." - m. mungan

Nisan 10, 2008

"İçimizden geçen düşünceler dışarıdan görünüyor mu? İnsanın ruhunda kocaman bir ateş yanıyor olabilir, ama hiçbir zaman kendi kendini ısıtamaz onunla; gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler.

Ve birdenbire insanlar, en yakın dostların bile, az çok yabancı gelmeye başlayacak. Kafan başka şeylerle dolu olacak da ondan. Birden diyeceksin ki, Allah kahretsin, düş mü görüyorum?.."

vincent van gogh -theo'ya mektuplar

"Düş görür gibi yaşamaktan korkan biri, gerçeği nasıl değerlendirebilir ki?
Beni kalemimden, beni benden başka, hiç kimse, hiçbir şey.

Parçalarım bütünüme fazla geliyor."

yekta kopan - eşik cini / sayı 9 / 'Sevgili Kardeşim'

Nisan 06, 2008

Zamanın içine giremeyecek ve zamanın içinden çıkamayacak kadar yorgun olduğum zamanlardan biri.

Hazinelerime saldırdıklarında
hayretimden ve ağızlarından akan suyu görmek istemememden gözlerimi kapıyorum.
Açlık ve yalnızlık.
Riyakarlık ve kırılganlık.
Aynı bedende var olmaya çalışan tezat duyguların temsili.
Bir o çıkıyor üste bir diğeri, halbuki yok birbirlerinden eksiği.

"Güneşin altında yeni bir şey yok." diye çınlıyor kulaklarım, sonsuza kadar içime hapsettim sandığım kayıp ruhlarım.
Her şey benden çıkıp yine bana dönüyor.
Ben, ben, ben...
Sen yok'sun, ol'ma-dın.
ile
Ol'a'mayacaksın
ile
dur'a'mayacaksın
ile
gör'emeyecek'mi'sin.

gümüş tabakta sunulan kutsal aşkı, elimin tersiyle itemeyecek kadar inançlıydım bir zamanlar.

Nisan 04, 2008

Kendime not:

Üst üste biriktirdiğim hayatları, ayakkabı kutularında -sanki hiç bitmemişler gibi- saklamaktan vazgeçmeliyim.

Ayrıca o adam kurtarıcın olacak, yazdığı her şeyi oku.
3 - 4 çay kaşığı naneyi suya koy, birkaç dilim de kabuğu soyulmuş limon ekle, yarım limonun suyunu da sık içine. İyice kaynadıktan sonra süzerek fincanına koy, içine 2 kesme esmer şeker at. Öncesinde 1 dilim kuru ekmeği midenin suyunu alsın diye boğazından ittire ittire ye, yutkundukça canın yansa da. Midenin suyunu alacakmış, miden çamaşır makinesi gibi. İçindeki suyun saat yönündeki dönüşünü yattığın yerden hissedebiliyorsun. İlaçlarını almadığın için krizlerin başladı, kendini ihmal ediyorsun.
Yazık, çok ayıp ediyorsun.

Nisan 02, 2008

Üzerinde yürüdüğü çizgi ince ve o, o kadar dengesiz ki düşmesinden korktuğum için dudaklarım kanıyor. Neyin intikamını kendimden alıyorum bilmiyorum.
Sorular çıkıyor içimden birer birer, karşıma geldiklerinde biliyorum ki yaşadıklarımla gövdelendiler. Bir çocuk ve o kadar küçük ki, işaret parmağını sallıyor şiddetle, azarladığı benim suratım ve bedenim yok oluyor ayna karşısında incele incele...


ayaklarımı birbirine değdirerek adım atıyorum
karanlıkta yürümeye çalışmak gibi
ama ben önümü değil,
ardımı göremiyorum.

Mart 31, 2008

Evden çıktı. Arkasına bakmadan yürüdü. Uzun uzun yollar, yollarda boy boy taşlar. Ceplerine doldurdu.
Arkasına bakmadan koştu. Nefesi kesilene kadar, teri yere damlayana kadar. Dilini tükürüğüne katık edip yutana kadar. Durdu. Dilini yuttu. Lal oldu.
Sormadılar adını, sorsalar da söylemezdi anlamını.
Kolundan tuttular. Bu taraftan yürü, dediler. Yürüdü. Onlarla beraber, taşlara basarak merdivenleri çıktılar. Duvarı örülmemiş katlar. Evlerinde aile olmayan insanlar.
Cebinden şırıngayı çıkarttı. İğneyi ucuna taktı. Etrafında koruyucu bir kalkan gibiydi tanımı.
Çocuk.
Sorgusu suali olmazdı yaptıklarının. Gülüp geçerlerdi yarattığı sonuçlara suçlarının. Onun yerine hep ben dayak yedim. O yaptı diye beni dövdüler. Ağzımdan kan getirdiler. Dilimi kustum oracığa. Gözümden hiç yaş akmadı. Gözlerim hiç ağlamadı.
Şırıngayı sıkı sıkı tuttular. Bir kas darbesiyle sapladılar. Hiç kan akmadı.
Yıkık dökük merdivenlerden usul usul çıktılar. Konuşanın ağzına pat diye vurdular. Şırıngayı sapladılar. Kanı içine doldurdular. İğneyi diğerine soktular. Kanı içine akıttılar. Kan hiç ağlamadı. Kanı kanına karıştı. Kankardeş oldular. Ama hiç ağlamadılar. Çocuktular.

O kadın şarkı söylerken içimdeki en dokunulmaması gereken yerlere dokunup kabukları gözünü kırpmadan kopartıyor. Çocuklukta kirlenen beyazdaki lekeler asla çıkmıyor.

Mart 26, 2008

Gece. Yoldayım. Camdan dışarı bakıp ışıkları izliyorum. Biz mi onları geçiyoruz, yoksa sabitiz de onlar mı yol alıyor kavrayamıyorum.
Evimden çok uzağa gidiyoruz, ben ve eşyalarım. Bir ara seni görüyorum uçsuz bucaksız tarlaların ortasında. "Burada ineceğim" diye bağırıyorum. Duymuyorlar, durmuyorlar. Camları kırdığım için beni otobüsten atıp eşyalarımı kaçırıyorlar. Kimbilir kim giyecek artık o çok sevdiğim kazağımı...
Ardıma bakıyorum, yoksun. Yol boyunca meyve satan adamlar ve yanlarında karıları. Satmak için tahta sandıkların üzerine çocuklarıymış gibi özenle dizdikleri kavunları.
Adamın yüzü, kadının çocuğu yok. Rüzgarın dövdüğü çadırda her gece kavunları emzirmeye çalışıyor. Memesinden sızan süt kabuklardan oluk oluk akıp yere damlıyor. Yazık, toprakta bir şey yeşermiyor.
Yol boyunca ağaç süsü verilmiş ışıkları meyve sanıp koparıyorum dallardan. Hırsla ısırıyorum açlığımdan. Önce dudaklarım kesiliyor parçalardan, sonra dilim bir daha birleşmemek üzere kopuyor ağzımdan.
Toprak kurak ve çorak, üzerime kar yağıyor. Üşüyorum, kanıyorum. Bir an tüm gücümü toplayıp yine ardıma bakıyorum. Yoksun. Camlar var sadece kırılmış ve biraz da kan daha yeni dudaklarımdan akmış.

Mart 22, 2008

Seni, ilk kez cuma sabahı yağmurda buğulanmış camdan dışarı bakarken gördüm. Pembe converselerinle yağmura ve yerdeki su birikintilerine aldırmadan karşıdan karşıya geçiyordun. Ayakkabılarınla dikkatimi çeksen de camdaki su damlacıkları yüzünü görmemi engelliyordu. Siluet gibiydi bütünün. Sıkıcı derslerle boğuşup fakülteden çıktığımda hala az da olsa yağmur yağıyordu. Yürüdüm çünkü otobüse binmedim. Köşeyi döndüm, biraz daha devam ettim.
Seni ikinci kez gördüğümde Brian'ın sesine eşlik eden David'in şarkıyı nasıl da güzelleştirdiğini düşünüyordum ve elimde olmadan şarkıyı biter bitmez başa alıyordum. Beni ilk gördüğünde okuldan çıkmış, kulaklıklarımla müzik dinleyerek yürüyordum. Adımlarım sana doğru gelirken seninkiler tam karşı istikametinde devam ediyordu. Kocaman bir ters L harfi gibiydi ayak izlerimiz. Ne kadar yürüsek de bir türlü kesişemediğimiz.
Biraz önce üzerinden geçtiğin çimenlere basarak okuldan çıktım. Kafamdaki binlerce düşünceyi her zamanki gibi yanıma aldım. Metronun merdivenlerinden inerken önümdeki pembe ayakkabılara takıldım.
Seni üçüncü kez gördüğümde nasıl olduğunu anlamasam da önümde yürüyordun. Vagonları birer birer geçerken gözlerinle oturabileceğin bir yer arıyordun. Ayakkabının sert kısmı bileklerinin arkasına vuruyordu. Teninde oluşan pembelik ayağındakilerle uyum yaratıyordu. Acıyan yere parmaklarımla dokunmayı isterken bir vagona bindin aniden, tabii ki hemen ardından ben...
Yüzün kapıya dönüktü, yüzüm karşıdaki insanlara dönüktü. İlk göz göze geldiğimizde kulaklığımdaki sesler "without you i'm nothing at all" diyordu. Sen gözlerini camın ardına çevirirken ben an'ın romantizmine kapılmıştım. Yolculuk boyunca tam 4 göre birbirine değdi gözlerimiz ta ki 3. koltukta oturan Y gözlerimizin kesişmesini fark edene kadar.
Seni gördüm, dedi Y, gözleriyle, gözlerime bakarak. X ve seni, gördüm.
Başımı önüme eğdim, gözlerini üzerimde gezdiriyor olmanın verdiği hisle dudaklarıma yarım yamalak bir gülümseme yerleştirdim.
5. kez gözlerine baktığımda ve gözlerime baktığında benden tam 2 durak önce inmek üzereydin.
Tüm kahverengiliğinle hoşça kal, dedin ve ben pembe ayakkabılarından nefret ederek içimden you never see the lonely me at all, dedim.

Mart 15, 2008

Ben eve girdiğimde sen yoktun. Ya da sen varken girmiştim ama ben içerideyken sen, yoktun.
Kitaplarını izledim oturduğum yerden uzun uzun. Sonra birini seçtim gelişigüzel, sayfalara aldığın notları, altını çizdiğin cümleleri okudum. Yastığına dokundum. Gözlerimi kapadım ve buradaymışsın gibi seni izledim. Gözkapaklarımla gözbebeğim arasında duran seni, çok sevdim.
Kısa hikayelerini gördüm sonra. Onları oluşturan cümlelerin harflerinde parmaklarımı gezdirdim. Seni oluşturan şeyleri anlamaya çalıştım, bıraktığın izler yardımıyla tanımaya çabaladım.
Sen yoktun ve saat çalışıyordu duvarda. Yalnız hissettim, kimsesiz hissettim, zavallı hissettim olmadığın odada.
Nefesimi tuttum bir ara. Geldiğinde tüm nefesimi sana vereyim istedim. Sensizliğinde onu biriktirmeyi bile beceremedim.
Kalemi kağıtlarına değdirdim. Yastığının altına cümlelerimi koydum, kitaplarının sayfalarında gözlerimi bıraktım ve hiç bilmediğim hayatın için ağladım.
Sonra sen geldin ve seninle beraber hiç bilmediğim mavilikler geldi, sarının en güzel tonları yüzüne serpildi. Işığa yüzünü görebilmemi sağladığı için minnet ettim.
İçinde sıkıştığımız o kısa "an" hiç bitmesin istedim.
Bitti.
Beraberinde ben de, düşüncelerim de, hissettiklerim de bitti.
Sandım.
Yanıldım.
Gözkapaklarım ve gözbebeklerim arasındasın sen şimdi. Gözlerini görebilmek için kapıyorum benimkileri.
Ve saçlarının arasına, boynunun biraz yukarısına bırakıyorum keşkelerimi. Sonsuza kadar içimde taşıyarak görebilmen ve anlayabilmen ümidini.

Kalabalığı güldüren palyaçoların da hisleri ve ağlayabilme lüksleri vardır. Yokluğunda seni bana anlatan yegane şey; hayatını geçirdiğin, nefesini verdiğin -nefesimi aldığım- dört duvarlı boş, bomboş odandır.
Tüm kesikler içimizde ağır ağır kanarken kahkahalarla gülelim halimize şimdi. Tıpkı daha önce de yaptığımız gibi.

Mart 14, 2008

O kızın yalanlarından şiddetle sakınınız.

Mart 11, 2008

Belirlenmiş sınırları aşmaya çalışan kişilere ağzının payını kim verecek? Peki ya Kağıthane yerle bir edildikten sonra o kadar insan nereye gidecek?
Onların gözünden bakarsak olaya:
Tüm minareleri yavaş yavaş çaldık, kılıflarını zaten önceden hazırlamıştık. Yuvalarını kümes yıkar gibi dağıttık, üç beş kuruşla ağızlarını kapattık.
Bir avuç çığlık; susar sanmıştık, susturamadık.

"Dön bak dünyaya..."

Mart 09, 2008

"Günün en güzel saatleri akşam altı-yedidir diyordum; sanıyorum bu da doğru değil. Sonbaharı da (sahip olamadığım tek mevsimimi; yani, yaşamımı) yine elimden kaçırdım. Gerilerden konuşuyorum, sık sık (getirdiğim bir şey olmamasına rağmen). Bazen de öne geçmeyi deniyorum, ve nereye baksam, yaşamım değil gördüğüm. Bunu doğruluyor bir başka yüzüm. Kendimi ve sesimi suya düşürdüğüm yeri ve zamanı bile hatırlamıyorum. Bir yankı olarak kalıyorum suyun üstündeki aksimle - bir gün silivermeyi düşlediğim... Yaşamım bir can çekişme süresi-ni bilmediğim. Ve hiçbir şeye şaşmıyorum - her şey bildik diyordum ya; bu da doğru değil. Ben dünyaya olup biteni hayretle izlemeye ve şaşırmaya gelmişim - durmadan şaşırmaya... Ama ne söylersem söyleyeyim, ne çalarsam çalayım, bu kamburu yüklendiğim için oyunbozan oluyorum. Yine söylemek istediğim bunlar değil - Ve tüm ağrılar gibi bu da iğrenç."

iç kapaktan alıntı.

Mart 08, 2008

öyle bir ruh hali ki, ağzından çıkabilen tek cümle yine "ne gerek var?"
oysa bir yaz gününde moda çay bahçesinin oralarda bırakmıştın o cümleyi. bırakacağına söz vermiştin hatta.
sözünü tutamamanın ağırlığı, hatta üzerine toz biber gibi bahar yorgunluğu...
parmağını kıpırdatacak gücün yokken ağlayabiliyorsun hala. demek ki yaşıyorsun.
ah sylvia çık o kitaplardan, sıyrıl duvardaki fotoğrafından, karşıma gel beraber gözyaşı dökelim. bir işe yarasın tuzlu sularımız...

"istanbul'da kimim var? kimin için bu toz duman" derken pinhani, klavyeden damlalarını siliyorsun... yalnızlığını kalabalıkta yaşayamıyorsun.

Mart 07, 2008

Sabahın en tanımsız vakitlerindeyiz. Bir otobüs dolusu insanız. Bir kısmımız otururken bir kısmımız ayaktayız.
Tiksinerek boyası soyulmuş demire tutunuyorum. Ayaklarım oldukları yerde dans ediyorlar, tutamıyorum. Yanımda duran kızın suni deri çantası -ellerinde sımsıkı, üzerinde 9 köşeli metal yıldızı. 9 ucu var yıldızın etime yavaşça batan, battıkça kanatan. Yıldız işkenceden memnun, kanımı akıtıyor. Annem evden çıkarken tanımadığım kişilerle konuşmamamı söylüyor. Kaç yaşında olduğumun önemi yok. Otobüs kalabalık ve tanımadığım kişiler etrafımda, onlar çok. Çok! Olduğum yerde kanıyorum, onlar konuşuyor ben susuyorum, biraz daha pusuyorum. Durmuyorlar, 9 köşeli yıldızın her ucu etimin daha derinine saplanmak için birbileriyle yarışıyorlar. Ağızlarındaki 9 gümüş dişle sırıtarak salyalarını çenelerinden akıtıyorlar. Susuyorum anne ve ilk cinayetimi işliyorum.
Artık otobüste yapayalnızım, belki de hep yalnızdım. Ayaktayım ve ağlıyorum. Önümde oturan çocuk gözyaşlarımı havada yakalayıp kendi gözlerine koyuyor. Damarlarındaki kuraklığı benim yaşlarımla gideriyor. Ben eksiliyorum, eksildiğimle çoğalıyor.
Adını bilmediğim duraktan bir falcı kadın otobüse biniyor, kalabalığı geçip yanıma geliyor. Koynundan çıkardığı bıçağın tahta sapı yer yer kırık. Elimi avucuna alıp uzun uzun bakıyor. Bıçağın sivri ucuyla adımı avucuma kazıyor. Adımdaki 6 harften ilk defa nefret ediyorum.
Otobüs daha önce gitmediğim bir yere gidiyor, tüm yolcular uykuda bense hala ayaktayım. Aniden midem bulanıyor. Tutamıyorum kendimi, çocuğun rengarenk balonları üzerine kusuyorum.
9 uçlu yıldız en derinimde, yer yer kırık tahta saplı bıçak falcının göğsünde, adım kanıyor elimde.
Biliyor musun ben bugün katil oldum, Anne.

Şubat 26, 2008

Birisiyle sevişmeyeli ne kadar zaman oldu sevgili okuyucu... Gel seninle monosohbetlerimizden birini daha yapalım. Biliyor musun kendimi adeta sanata adadım! Bu cuma senfoni konserine gidiyorum, haftaya cuma sahnelenecek oyun için biletimi aldım bile. Oyunun ertesi günü baleye, sonraki cumartesi günü de operaya gidiyorum. Ajandamdaki günlerin neredeyse çoğu full! Boş zamanlarımda film izliyor ve kitap okuyorum. En çok sanatla baştan yaratılmış, yönetmenin bir şeyler anlatmayı amaçladığı, elit kesimce üzerine bol bol "hımm"lanmış ve yıldızlanmış filmleri seviyorum. Okuduklarımsa bazen yazarının adını bile doğru yazmayı beceremediğim -ve bunu kasıtlı olarak yapıyorum ihihi- kültleşmiş, pek çok eleştirmenden tam not almış, ebat olarak bir tuğlayla yarışabilecek potansiyelde ve genel olarak özünden çok jelatinini anladığım kitaplar. Yine de dert etmiyorum zaten sanırım birçok kişi de böyle yapıyor. Baksana feyvırıt listeleri bunlarla dolu. Takip etmekten anam ağladı yani. Bir gün biri çıkıp "peki ya kargalar hakkındaki düşünceleriniz?" der diye ödüm kopuyor fakat ben yine de çaktırmıyorum. Çoğu zaman fotoğraflarda yüzümü göstermiyorum. Sükse üzerine sükse yapıyorum. İtalya'dan aldığım baksırın üzerindeki kalplere bakıp hayat üzerine uzuuun düşüncelere dalıyorum. Sanırım büyüyünce dünyayı kurtarıcam. Çok önemli bir yazar da olabilirim aslında. Seçim tamamen bana ait. Bugünden itibaren günde 5 tane sigara içeceğim, saat 17'den sonra sade kahve içmeyeceğim ve asitli içeceklerden uzak duracağım konusunda kendime söz verdim. Kitaplığımdaki okumadığım kitaplar hakkında yazılanları internetten sular seller gibi yutuyorum ki biri kocaman evime ya da küçücük odama geldiğinde soru sorarsa rahatlıkla cevaplayabileyim. Aslında dışardan bakıldığında bir balon gibi görünüyor hayatım. Hani günden güne şişiriyorum, şişiriyorum ve şişiriyorum... Bu yüzden iğnelerden şiddetle sakınıyorum. Olur a biri değiverir sonra bamgümpat, alt üst olur her şey. Sanırım şimdi sokağa çıkacağım -evet akşamları sokağa çıkabilen bir bireyim!- ve önüme gelen ilk dişiye etkileyici bakışlar atacağım. Sonra ne mi? Tabii ki sevişeceğim, sevişeceğim, sevişeceğiz. Dünyayı sevişerek kurtaran bir yazar olmayı seçiyorum Tanrım. Ayrıca bir insanı çekici kılan tek şey farkındalıktır. Bu söylediklerimi bir önceki oyunda yanıma oturup sürekli sms gönderen ve dirseğini benim alanıma kaydırıp rahatsız olmamı sağlayan geberesice adama ithaf etmek istiyorum. Ya bir gün saldıracak/eleştirecek/yerecek kimse kalmazsa dünyada ya da sen'den bahsetmeyi öğrenirsem bir gün? Hayalini kurması bile korkunç!!! Acil bakıma almalıyım kendimi hem bu kötü düşüncelerden arınmak için hem de yaza formda girmek için. Ha ha!

dedi ve anlamadığı kitaplarından birisini okumak üzere sallanan sandalyesine gömülmeye çekildi. Bense burada durmuş çok özlediğim P.'in mezardaki halini düşünüyordum. O kadar güçlü kemiklere sahipti ki etleri lime lime olup eriyip gitse de karşı koyuyordu tamamen toprağın olmaya. Öyle ya hayatı boyunca zaten hep başka şey'lerin bir 'şey'i olmuştu. Bu defa kazanan o'ydu. Göz çukurunda gezinen kurtlardan birini ağzına götürdü, çiğnemeden yuttu. Bugün de nihayet yazacak kadar toktu.

Şubat 25, 2008

Hayatta bazı şeyler olmuyor. Tüm gücünle zorlaman ve bütün düşüncelerini ona yönlendirmen işe yaramıyor.
Bu yüzden adımlarını atarken geride kalan her ayak izinde uzaklaşarak aslında ondan kurtuluyorsun. Bir şeylerin değiştiğini hissediyorsun, kendince seviniyorsun. Yüzüne tuttukları ayna gözlerini kamaştırıyor, uçurumun kenarında olduğunu boşluğa düşmeden fark edemiyorsun.
Sigaranın sıcaklığıyla camdaki buzları eritip avucunda sıktığın kar topunu fırlatacak kimsen olmadığında yalnızlığın bir tercih değil yaşamın olduğunu anlıyorsun.

Baharın geldiğine aldanıp çiçek açan erik ağaçlarından bir farkım yok benim. Tıpkı onlar gibi hepinizden daha erken kuruyup zamansız öleceğim.

Şubat 17, 2008

Dıgıdık dıgıdık dıgıdık. Dümdüz düzlüklerden geç. Demirlerin üzerinden geç. Onları birbirine bağlayan demirleri görmeden dümdüz düzlüklerin üzerine konulmuş diğer demirlere bakıyormuş numarası yapıp aslında gece olduğu için aynalaşmış cama dayadığın yüzünün yansımasına bakarak hepsinin üzerinden geç
her şeyin,
herkesi''n'' üzeri n den geç -bozulan zar sesi
sonra biraz bulutlara tutun
biraz da kar tanelerinin üzerinden geç
ama seke seke geç,
zıplaya zıplaya geç
atlaya atlaya geç
geçtin mi?

şimdi beni dinle ve o kızın yokuştan düşen kız olduğunu sanma aptal çocuk
çünkü ar t ık her şey için çok geç
herke s içi....n çok geç
çok

çok


geç



~

bugün kendime yine yalan söyledim.
ama kimseye fark ettirmedim.
bir gün olacak, dedim
bir gün gelecek, dedim.
-de dinletemedim.

o halde ağlayın dünyanın bütün aptalları
haydi hepiniz bir araya gelip kaderinize
ve hiç olmadığı kadar geçmişinize
ve asla inanmadığınız geleceğinize -ki hak etmiyorsunuz onu bile
ağlayın.
nefret ediyorum gözyaşı sandığınız yalanlarınızdan.
ve görmeyi öğrenemediğim rüyalarınızdan.

Şubat 11, 2008

no love no glory
no hero.

gelirken can yakmayan giderken en çok koyan şey oluyormuş.
hamile kadınlar ya da sıkışık trafikte dura kalka ilerleyen dolmuşlar gibi yerli yersiz gözyaşı.
en çok da ayakkabılarımın üzerinde duran cümleleri okuduğumda.

ne güzel günler/anlar/dakikalar demeyi bilmeli tamam da, insanoğlu bu doyumsuz diye öğretenler de yok muydu sanki?
hayatım boyunca teşekkür edeceğim sanırım.
istanbul.
bit'erken...

Şubat 06, 2008

Buones noches. Ha ha!
Otobüsleri çok severim. Cam kenarında olmadığım bir yolculuk benim için sadece işkencedir. Otobüste/vapurda/metroda/uçakta/sokakta/vb. ağlayan veya ağlamayan çocuklardan ve bebeklerden nefret ederim. Özellikle sebepsiz ağlayanlarının ses tellerini ellerimle sökmek ve sonra suratlarına bakıp "oldu mu şimdi?" diye sormak isterim. Ağlayan çocuğuna vuran kadınlardan tiksinirim. Bu kadınlara arka arkaya tokatlar atmaktan hoşlanırım. Yine de kadına yönelik şiddete karşı çıkarım. Boş klavye gördüm mü mutlaka oturup bir şeyler yazarım. Bilgisayar ya da daktilom olmadan kağıt kalem ile yazacaklarımı yetiştiremem. Beynimin elime yenik düşmesine çok kızarım. Beynimle bi'kaç gün küs kalıp sonra barışırım.
Bütün sevgililerimle arkadaş kalırım. Ayrıldıktan sonra aramızdaki ilişkiyi onlar anlamadan vıcıklaştırır böylece üzerimize çökecek hüzün bulutundan kurtulmaya çalışırım. Çoğu zaman başarılı olsam da bazılarıyla yürütemeyiz. Zaten binlerce kişinin yaşadığı şehirlerde de mutlaka birbirimizi bir gün buluruz, karşılaştığımızda kafalarımızı çeviririz. Böylece gerçekleşecek iletişimi engellediğimizi sansak da yanıldığımızı mutlaka anlarız.
Kahvesine şeker/süt/süt tozu ekleyen insanları anlamam, saygı duyarım. Pazar günleri beni sokağa çağıran arkadaşlarımın çağrılarına uymam, onlarla renkli istop oynamak yerine evimde kitap okur, pipo içer, bohem bir hayat yaşarım.
Hikmet gibi perşembelerden hoşlanmasam da bunu ona hiçbir zaman söylemem. Her perşembe onu neşelendirmeye çalışırım. Eğer evden çıkmam gerekliyse onu yalnız bıraksam da balkona çıkılan kapıyı kilitlemeyi unutmam. Böylece onun hayatını güvenceye alırım.
Müzik dinlemiyorsam yürümeyi tercih etmem. Olduğum yerden bir adım öteye kıpırdamam. İpodumda çalan şarkıyı sessiz olarak söylerim ve dudak hareketlerimden hangi şarkıyı dinlediğimi anlayan biriyle ilk durakta inip evine giderim.
Yeni ayakkabılarımı bir süre giymem, kutusunda saklarım. Bundan garip ve tarifsiz bir haz alırım.
Halihazırdaki köşe yazarlarından çok daha iyi yazdığını iddia eden ve bunu ezkaza bana söyleyen arkadaşlarıma gülümserim, "o halde al yazılarını git genel yayın yönetmenine göster" derim.
Yalandan korkmam yılandan korktuğum kadar. Arada sırada yalan söylerim. Ortada kalmış yalanları sahipsiz bırakmam, hepsini evlat edinirim. Evlilikten hoşlanmak yerine birlikte yaşayan insanları severim.
Boş zamanlarımda ttku ile evlere girer, domates salçasında oluşmuş küfleri temizler ve birikmiş bulaşıkları yıkarım. Üzerine bir sigara yakıp bitene kadar Boş Ev'deki aşkı düşünürüm. Eğer birini o aşkla seversem onunla evleneceğime dair söz veririm. Evleneceğim gün söz verdiğim kişiyi ortada bırakır İstanbul'da tekila içerim.
Daha az kelimeyle özü anlatmak yerine daha çok kelimeyle laf kalabalığı yapan arkadaşımı önce tokatlarım, sonra onu öperim ve çok sevdiğimi söylerim. Dağıttığımız odayı toplamamız konusunda ısrarcı olsa da eğer sarhoşsak işleri sabaha bırakırız. Uykuya çok değer veririz. Verdiğimiz değer yüzünden uyanmamız gereken zamanlarda uyanmaz ve sonra içten içe kaçırdığımız şeyler için üzülürüz.
Kudra'nın yazdıklarına taparım. Yazdığı kitabı kutsal kabul edip baş ucuma koyarım. Böylece oluşturduğumuz dinin sahte peygamberliğini yapmaktan tutuklanıp hapse atılırım. Temiz çamaşır ve sigara getiren arkadaşlarımı küçük bir deftere not eder hapisten kaçtığımda onların evlerinde saklanırım.
Bazen her şeyi gereksiz yere uzatırım. Yusuf'un atıldığı kuyunun etrafında dolaşırım. Beni kuyuya atmak yerine boynuma sarılan karımın omzunda hıçkıra hıçkıra ağlarım.
Gün içinde bulduğum her aynada kendime ilk kez görüyormuşum gibi bakarım. Bu yüzden en çok kendimle göz göze gelirim. Yürürken göz göze geldiğim insanlar olursa mutlu olurum.
Facebook sayesinde kavuştuğum arkadaşlarımla saat başı buluşmaktan hoşlanırım. Her buluşmaya mavi önlüğümü giyerek gider eski günlerin tadını yakalamaya çalışırım.
Üzerimi değiştirirken duvarlarımdaki Dali resimlerini incelemekten hoşlanırım. Yeni keşfettiğim bir detay gördüğümde önce kendi etrafımda 3 kere döner sonra o detayı öpücüğe boğarım.
Yazdığı kıytırık manifestoyla aklımı başımdan alan minik balkabağımın saçını çekmek için Ankara'ya gitmeyi planlarım ve bunu ona hiçbir zaman söylemem. Öğrendiğinde saçlarını kestirmesinden ölesiye korkarım.
Sylvia Plath ölmesin diye her gece dua eder, ölüm yıldönümünde ülke genelinde yas ilan edilmesi için imza toplarım. (Ha ha! O öldü bile akıllım, diyecek yiğidin alnını karışlarım.)
İzlediğim filmlerden ve okuduğum cümlelerden etkilenip yerli yersiz yolculuklara çıkar, bir yılın 11 ayını İstanbul'da geçirmemi sağlarım.
Kazak giymek yerine lahana gibi üst üste giyinmekten hoşlanırım. Kazak giydiğim zamanlarda huysuzlaşır ve saldırgan davranışlarımla etrafımdakilerin canını sıkarım.
Siyaset ve politika arasındaki ayrımı bilir soranlara araştırmalarını öğütlerim. Okuduğum fakülteyi sevmesem de bölümümden çok hoşlanır ve arada sırada muhalif gazetelerde çalışırım.
Duvarlara sprey boyayla yazılmış 3 C simgesini hayal gücümle 3 Ç yapar böylece hem olası karışıklıkları engeller hem de narsistliğime tavan yaptırırım.
Migrenimden hoşlanmam, kriz zamanlarımda onu ağrı kesiciyle besler ve oyalanmasını sağlarım. Nilüfer ölse hiç üzülmem ama sanırım yine de ağlarım.
Yazıyı buraya kadar sıkılmadan okuyan herkesi Hıncal Uluç'tan hayatları boyunca köşe bucak saklarım. Sizden birini sorduğunda "aa o daha gelmedi memleketten" demeyi boynumun borcu sayarım.
Sevdiğim-sevmediğim, yaptığım-yapmadığım birçok şeyi işte aynen böyle arka arkaya sıralar, "acaba hangisi doğru" diye merak edenlerin hevesini kursağında bırakırım.

Ve son olarak yokuştan düşen kızı gördüğümde artık sadece tekmeler ve ona aptal demeyi bir an evvel bırakırım.

Şubat 02, 2008

Parmaklarım yok benim.
9 ya da 10 yaşında kaybettiğim bir babaoğulsavaşında bedeli parmaklarımla ödedim. Kesilirken hiç kan akmadı. Zaten canım da hiç yanmadı.
Gözlerim yok benim.
Yine çocuk olduğum bir yaşta erkek kardeşimin kırdığı oyuncaklara ağladım. Susmam için gözlerimi istedi. Tereddüt etmedim. Yuvaları boş kalan göz çanaklarımı aynada hiç görmedim. Zaten bir daha hiç ağlamadım.
Saçlarım yok benim.
Çocuk olmak yerine kardan adam olmak istediğim bir günde kaybettim onları. Gözsüz suratımdan ayrılırken her biri tel tel ben hiç ağlayamadım. Parmaksız ellerimle anneme karşı koyamadım. Kafam hiç kanamadı, gözümden hiç yaş akmadı, parmaklarıkesilmişellerim hiç sızlamadı. Zaten bir daha hiç berbere gitmedim.
Ben'liğim yok benim. Bugüne kadar hep başkalarından aldıklarımla kendimi oluşturdum. Karşılığında ben'den başka verecek hiçbir şeyim yoktu. Aldım, verdim, hesabı kendimle ödedim. Kimse aldırış etmedi. Zaten bir daha hiç kimseyle konuşmadım.
Edebiyat dünyasını sarsacak kelimeleri yan yana getirip mükemmel romanlar yazabilirdim. Yazmadım. Yokuştan düşen kızı göremedim. Yokuştan düşen kıza dokunamadım. Yokuştan düşen kıza saç tellerimden hatıralar bırakamadım. Yokuştan düşen kıza verecek hiçbir şeyim yoktu. Oysa tüm terk edilmiş sevgililerime bedenimden birer parça ayırmıştım.
Göremediğim, dokunamadığım, yıkayamadığım bir dünyada bedensiz kaldım. O kadar çok istediler ki benden, çağrılarını yanıtsız bırakamadım.
Parçalara ayrıldım, azaldım, yalnız kaldım.
Yokuştan düşen kızın beni anlamasını bir türlü sağlayamadım.
Tamamı gerçek ya da tamamı sahte hikayeler tasarladım. Boş bırakılmış satırları kafamdakilerin cümleleriyle doldurmaya çalıştım. Bazılarının çığlıklarına katlanamazken, bazılarını hiç duyamadım. Hiçkimseye canımı nasıl yaktıklarını anlatmadım. Zaten kimseyi varlıklarına inandıramadım.

Ocak 29, 2008

İnsan sigara içmeden yaşayabiliyor da sigara olmadan ölemiyor. Bu yüzden soğuğa rağmen dışarı çıktım. Suratım kesiklerle dolu. Avucuna düşen kar taneleri burada beni yaralıyor. Sana "hava çok soğuk" demeyi düşündüm önce sonra vazgeçtim. Sen de biliyorsun, burada -orada- çok daha soğuk, derdin bana.
Her yazı yeni bir ölüm demek. Çünkü her kelime geçmişten geliyor sanki ve gelirken dikenleri kanatıyor içimdekileri.
Tozlanmasına izin vermediğim, yosun tutmasın diye sürekli oradan oraya yuvarladığım anılarım. Düşüncelerim arasında kaybolmuşlar, bir araya toplamaya çalışıyorum. Neden geçmiş bu kadar öldürücü? Ölmemiştik ama yaşarken... Neyse.
Utandığın ya da pişman olduğun bir şeyler mi var dedi önündeki siyahkaplıbeyazçizgilisayfalı deftere adımı yazarken. Sonrasında anlattıklarımla hiç ilgilenmedi. Ben de ilgilenmedim anlattıklarımla. Arkasındaki camdan 3 kuş geçti, evet tek tek saydım. Odada ben, o, anlattıklarım ve camın önünde bekleyen kuşlarla yalnızdık. Ne ben biliyordum ne yapacağımızı ne de o söylüyordu yapılması gerekeni. Bir süre düşündü. Nükleer silahların insanları öldürebildiği kadar kısa ve görüşmediğimiz aylar kadar uzun geldi bana bu düşünme süresi. Sıkıntımı belli etmedim. İlaçlar bitince tekrar gel dedi. Geri dönmedim. Zaten ilaçlar da hiç bitmedi. Tüketilmeyen şeyler üretildiğiyle kalıyor, yazık.
O siren sesli alete kafamı soktuklarında, yoo hayır öncesinde iki yanına süngerler sıkıştırmışlardı, aklıma önce Sylvia geldi. Odada koca beyaz borumtrak alet ve içinde ben ve ayak ucumda yediği elektrik şoklarıyla şakakları morarmış Sylvia, yalnızdık. Dışardaki adam ve kadın bir ekrandan kafama bakıyorlardı. En içine. Sizi görecekler diye çok korktum, saklayabileceğim noktalara yerleştirdim aceleyle. Önemsiz buldular, görmediler. Yine ben kazandım. Sylvia giderken "geri gelecek" dedi, geri geldin.
Gözlerin hiç önemi yok aslında biliyor musun... Onları yerlerinden çıkartıp sana yollayabilirim eğer istersen. Böylece gerçekliğini test etmiş olursun. Ah yokuştan düşen kız, hala testler uyguluyor musun insanlara ve hala güveniyor musun onlara? Onlar bizi asla yalnız bırakmadılar. Onlar bizi asla dışlamadılar. Katre katre içlerine soktular da nefessiz kalmamızı sağladılar. Çıkarken ardımdan gelirsin sanıyordum, camdaki kuşlara takılıp orada kaldın.
Sen zaten her zaman biraz daha akıllıydın. Önde ya da geride kimse olmasın diye çabaladın. Eşitlediğin andaysa kayboldum sandın.
Yokuştan düşen kız, sen hayatın boyunca yanıldın, seni sana anlatmak istiyorum şimdi.
Hem ne demişti taptığım kitapların sahibi; -miş gibi yaşamalı.
Valizler, eşikte bekleyen cinler ve sigaralar. Hepsi ters köşede üst üste biriktiler ve bana "git" dediler.
Bu yüzden gidiyorum şimdi, umarım görebilirsin neden geldiğimi.

Ocak 25, 2008

O çocuğun suratını cama vuruyorlar önce. Hiçbir nedeni yok. Hiçbir suçu yok. Suratını camın ortasına gömüyorlar. Ölüler cam kırıklarıyla gömülmemeli. Yüzündeki kırıkların her birini teker teker temizliyorum. Paramparça etlerini bütünleştirmeye çalışıp öncesinde nasıl olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bu noktada hayal gücü devreye giriyor. Hayal gücü hep hazır bekliyor zaten. Hayat ne zaman sırasını savsa yerine hayal gücü bakıyor. Görevi hiç bitmeyen sadık nöbetçi ve o kadar memnun ki halinden, bembeyaz içi...

Deniz kenarındayız. O kadar çok güneş var ki etrafımızda, üzerimizdeki şemsiyenin rengini göremiyoruz. Aslında beyaz, ikimiz de biliyoruz. Sen durmadan bir şeyler anlatıyorsun ve deniz köpürüyor sen konuştukça. Dalgalar ayaklarımızın altına geliyor... Duvara vurup yılgın biçimde geri dönüyor. Hiç vazgeçilmeyen bir döngü. Parçalandıkça çoğalıyor. Bir sonrakinde hep kendinden parçalar oluyor. Bu cümleden ne kadar çok benzetme çıkar. Düşünsene... Hayır vazgeçtim düşünme. Hiç gereği yok.

Biri beni anlamayalı ne kadar uzun zaman geçmiş. Bu yüzden "anlıyorum seni" dediğinde ellerim kesildi aniden. Yere düştüler. Yerde deniz vardı, batmadılar, şimdi suyun üzerindeler. Uzanıp ellerimi alıyorsun, onlara yabancıymış gibi bakıyorsun. Tanıdığım kadarıyla seni tanımadığımı iddia edebilirim. Hangi yüzünle tanıştım ben? Aynada parçalanan çocuk kimdi o halde? Hepsi bendim ve benim parçalanmışlığım içinde geçmişten gelen biraz da sen. Deniz geçmişimiz olsun. Dalgalar biz olalım. Önümüze çıkan her duvara çarpıp biraz daha hırslanalım. Ama yoo, hayır. Yıldık biz. Yorulduk, unuttuk, vurduk ve vurulduk. Bu yüzden unuttuğum duyguları bana hatırlatacak gücün yok biliyorum. Tükettik hepsini, ne çantamızda ne ruhumuzda hiç kalmadı izleri. Yedeklemeye gerek duymamıştık zamanında. Sonsuzluğa inanıyorduk o yıllarda.

Şimdi sen yokuştan düşen kız, her cümlemin sana seslendiğini sanıyorsun. Kelimelerim arasındaki boşluklarda dinlenmeye çalışıp uykuya dalmak istiyorsun. Eğer katil olsaydım uyurken öldürmek isterdim seni en çok. En masum anında, en savunmasız yerinden asmak isterdim boynunu. Beyaz şemsiyenin rüzgarla kopmuş parçalarını bu yüzden biriktirdim ben. Boynuna o kadar çok yakışıyordu ki dünya sen uyurken... Öldürmek istedim. Yapamadım. Belki de bu yüzden intihar ettim ellerim ellerindeyken.

Sığınabileceğin liman kalmadı. Hadi uyan artık, seni uyutacak sözcükleri şişeye koydum ve suya bıraktım. Uykuya dalmak istediğin omuzların hepsini harflerimle bir bir yaktım.

Ocak 23, 2008

Şimdi sen her şeyin sana müptela olduğunu düşünüyorsun biliyorum. Dünyayı döndürebilecek kadar iyisin hatta. En iyisisin diyorum. İnanmıyorsun. Benden iyi bir şeyler duymayalı kaç sene oldu? Kaç dakika ya da...
Öyle bir hayat ki filmlerin üzerinde kitaplar, sayfalarında minik, minicik -gözle görülemeyecek kadar silik kahve lekeleri. Halıya düşen izmarit kendi halinde bir yuvarlak oluşturmuş. Ateş değdiği her şeyi sertleştirmek zorunda mı?
Şimdi sen, yokuştan düşen kız... Dizlerindeki yaraların kabuklarını bir bir kopartıp oturduğun kaldırıma koyarken yıkılmış o binaya bakıyorsun. Ne o, yoksa ağlıyor musun? Evet biliyorum. O kadını sen de tanıyordun. Yokuştan düşerken bir tek onu görüyordun. Elleri soğuktu bence. Biliyor musun öldü o kadın. Bir gecede, evinde, kimsesizce. Cenazesini görmedim. Önce camlarını kırdılar, sonra kapısına tuğlalar, duvarlar... Yerden aldığım tebeşirle hoşça kal yazmak istedim. Görseydin kesin halime gülerdin. Hala eskisi gibi mi gülüyorsun? O'na bakarken mesela?
Şimdi sen zamansız bir hayatın varlığını geçiriyorsun aklından. Ben öyle olmasını istiyorum belki de. Beyazla karışık siyah. Yaralarına griyi sürsen, bulutlar sana göz kırpıp üzerine ağlardı. Elimi tutma istedim ama karşıya geçerken yalnız kalmak değildi beklediğim. Her git denildiğinde gider misin sen böyle usulca?
Şimdi ben bir caddenin ortasında bana çarpmayan arabalara teşekkür ederek gelmeni bekliyorum. Şanslı olduğumdan söz edebilir miyiz kahvelerimizi yudumlarken? Kokunu koltuklarda, masalarda ve kasada bırakmamanı öğretmediler mi sana?

Yokuştan düşen kız, yazık değil miydi sana... Peki ya bana?

Ocak 21, 2008

Verdiğimiz sözleri unuttuk. Ne kadar çoktular oysa... Hepsini gerçekleştirebilirdik değil mi? Öyle bir güç, ölesiye kudret ve aidiyetten duyduğumuz emniyet. Yanıldığını biliyorum bugün. Yanıldığımdan da bir o kadar eminim. Kimseye ait olmadığımız kadar birbirimize de ait olmadık. Olamadık.
Kimseye ve hiçbir şeye karşı sorumluluk hissedemediğim bir hayat. İzle. O kadar çok anlamlı ve anlamsız ki yaptıklarım. Öğreniyorum? Öğrettiklerini yudum yudum içiyorum.
Yok, hayır, sandığınız gibi değilim. Hala paslanmadım. Oyundan çıktım, atılan paslara vurmadım.

Yeşilin benim için ne ifade ettiğini asla bilemezsin. Seninle hiç alakası yok. Seninle hiç alakası olmadı zaten, hiçbir şeyin, seninle, hiç. Duy. Yattığımda kalbimin sesini yastığımda buluyorum. Kulak çınlaması gibi bir şey ama değil işte. Ben yaratıyorum. Nefesimi tuttuğumda yavaşlıyor, sesi azalıyor, hızlı hızlı soluduğumdaysa birileri bir yerlerde davul çalıyor. Yoksa sen yapmadın mı?

Aynaya baktığımda gördüklerim, seni hiç ilgilendirmediler. Hiç de ilgilendirmeyecekler. Hisset. Ayna, ben, sen, hiç, yok. Hayatında bir kere bile yansımanı öpmediysen ve öptüğün yansımadaki soğukluğa üzülmediysen gerçekten yitiksindir. Yitirilmişsindir. Bir tecavüz sonrası arsaya atılmış artık'lardan farkın yok. Gelen geçen belli değil. Köpekler ayak parmaklarını kemirirken, kediler kemiklerini sıyırmak için dağ eteklerinde bekliyor.

Ve kuşlar. Onlardan hep nefret ettim. Onlardan hep nefret ettim. Mavimtraktı ve kafasını kapıya sıkıştırarak intihar etmişti. Verdiğim süs buna işaretti. Git. Şimdi ben sana ne söylesem, dün ne söylediysem ya da -hepsi boş aslında biliyorsun.
Anlatamayacağım bir sır var diyelim. Arkadaşlarınla toplanmış, etrafımı çevirmiş, gözlerime bakıyorsun. Diğerleri çoktan sıkılmış bu saçma oyundan ama kediler var değil mi. Her şey o kedilerin hatrına.
Ah aptal kız, yokuştan bile düşemeyecek kadar yorgunsun içinde. Yosun tutmamaya çalışmanı anlıyorum. Yine de sen daha fazla direnme ki zevk almak kutsal bugünlerde.