Nisan 30, 2006

30 Nisan 2006 Olmuş

Yalansın, ama yalanı seviyorum.
Sen neysen, sen kimsen ben onu istiyorum.
"Ben yorgun sen güzelsin.."

Her dakika telefona bakıyorum. Senin adın çıksın, bir çağrı bir mesaj olsun diye bekliyorum.
En çok seni özlüyorum.
Biliyorsun.
yine de;
dönsen mi ne..

Nisan 28, 2006

Saşlar Süper*

Saçlarımı kestirireceğim. Kesin ve net. İki kelime; artık sıkıldım. Aynada gördüğüm insandan sıkıldım. Saçlarımın ağzıma girmesinden de. Zaten yaz da geldi şıp şıp ter... Enseme "hüüüf" diyecek biri yok, o zaman en yakın berbere marş marş.
Saçlarını kestirecek olan benim size n'oluyor? Kimi kestirmemem için dil döküyor kimi elinde makasla bekliyor. Herkeste bir merak, herkeste bir heyecan var. Yahu sanki AB'ye giriyoruz -çok klasik bir örnekti kabul ediyorum- Dillerde her gün aynı soru; "ne zaman?" Bu soruya eskiden cevabım "yakında"ydı. Artık o da kesin ve net; 2 Mayıs.



Üstteki fotoğraf çok güzel. Süper saçlara ait bir fotoğraf, şapkasız halimle kendime en çok yakıştıracağım şekil o sanırım. Eskiler bilir bu blogta aylarca Öss konuşuldu. Eğer beğenmezsem şimdi aylarca saç konuşulacak demektir bu, önleminizi alın. Adam keser, saçlarım güzel olmaz ise "eeh 3 numara" bile diyebilirim. Öyle de gaza geldim. Önce omuzlarına kadar uzat sonra kestir. Hayırlara vesile.

*029 sana ölüyoruz!

not:bu adam Batuhan -Duman- değildir; O'nu hiç sevmiyoruz.

Nisan 26, 2006

Gözün Gör Dediği

Bu gece yan taraftaki mailin gelen kutusunda 2 mail vardı. Önce ilk kopyaladığım maili okudum ve doğruyu söylemek gerekirse çok mutlu oldum. Birisi umursuyor, beklemiyor ve belki bir yararı dokunur, içini boşaltan kişiyi belki gülümsetebilir diye mail atıyor; itiraf ediyorum gülümsedim. Üzerine güneş vurmuş kedi yavrusu kıvamına geldim -bu kıvamı çok severim.- Ona teşekkür maili yazmadan önce kopyaladığım ikinci maili açtım, okudum ve doğruyu söylemek gerekirse şok oldum. Birisi yazdıklarımı okuyor, beni doğru anlıyor, ileri gitmekten korkmuyor hatta biraz daha saçmalasam "eeh yeter be" deyip tokadı basacak gibi mailini yazıp yolluyor; itiraf ediyorum irkildim. Soğuktan tir tir titreyen kedi yavrusu kıvamına geldim -bu kıvamı pek sevmiyorum- Bir süre ne yapsam diye düşündüm. Ortada aynı konu hakkında yazılmış iki farklı fikir var. Ben işin içinden çıkamadım. İkisine de teşekkür etmek istedim bir de bu mailleri sizler de okuyun istedim. Farklı gözlerden çıkan iki farklı analiz. Onlar bu satırları okuduklarında ilettiğim teşekkürü alacaklardır, rica etmelerine gerek yok. Çünkü bunu zaten hak ettiler.

"niye mail atıyo bu kız bana diyebilirsin ama baktımki resimde gülen çocuk yok, gitmiş, girmiş bi kuyuya bide yukarı dogru taş atıyo aynı zamanda da diretiyo hayatta çıkmam ne derseniz diyin diye...bide okuyosunuz yorum yok diyince sanki gözümün icine bakar gibi oldun tam bu utangaclıkla yazmaya kalktıgımda yorum yapma hakkımızı elimizden aldıgını gördüm :( velhasıl kelam diyeceklerimi burdan diyeyim hem de şu okuyorum ama yorum yapmadım evet iste ben onlardanım olayını kendi tarafımdan en azından kaldırayım dedim ;) yorumlar gelseydi şu cv mevzuuna senin gibi olan biçok insana rastlayacaktık.. ben de bp'ye basvurdum departmanlarını bile bilmeden, sadece cv ile yetinmeyip bizi tanımaya yönelik 3 soru sordukları icin.. ve cv'me dolu gözüksün diye kendi sirketimizde muhasebe kayıtlarını inceledim hık ee hımm gibi şeyler yazdım.. irenc irenc!! kader utansın kalabalık gerçekten sağlam.. bence aklına gelip es geçtiğin şeyi yap..ne kaybedersin? at mail.. simiole örnegi var karsımızda.. mail at ama farklı bi mail olsun..seni istemelerini sağla.. bak şunu da yap diyemiorm diyebilsem kendim de atardm mail ama bn ve bicok kisi kalemine güvenioruz.. cevap gelmezse.... bilmiyorum yaa orasına mantıklı cümlelerim yok.. insan kaynakları diyoruz ama sadece kaynak odaklı birimler sanırım.. biliosundur cogunu da belki duymak da ister insan baska birinden..iyi hisset, gül böyle resimdeki gibi.. hadi artık kaçarım ben ;) tutkuya da ii baak resimlerinize, ist maceralarınıza bayıldımmm.. bu kadar bitti hoşça kal..."

***

"blogunun bir okuyucusu olarak, üstüme alındım;ne gibi yorumlar yapmamı(zı) bekliyorsun ki, ben bir kaç kez yapmaya çalıştım aynen senin de dediğin gibi, madem açmış, kutlamak yorumlamak gerek diye; sonradan bunu gerekli görmedim saçmaydı her okuyan sana benzeri yorumlar yapıyor ve sen sıkılıyorsun diye; izlenim oluşturdum, bir kaç yazın da fazlasıyla ukalaydı bence, 2-3 kişlik bi dünya kurmuş dışarıdan kimseyi kabul etmeyecek bir halin vardı yazılarında, o yüzdençıkıp da yorum yapın diye sitem etmen biraz saçma olmuş,(tabi bu sözleri o alıntıyı doğru anladığımı varsayarak sarfediyorum, yanlış yorumlamış da olabilirim)sinirlerin bozuk herhalde senin. bence psikiyatriste git.."

Nisan 25, 2006

İş Başıma Vurdu

"Yazıyorum yazıyorum yorum yok. Madem okuyorsunuz bari yorum yapın. Bu blogu sadece kendimi tatmin için açmadım fikirler önemli diyorum ama nerde..."

Herkesin bir Cv'si olmalı" diye düşünüp Cv'mi hazırlamaya başladığımda bu kadar silik biri olduğumun farkında değildim. Ne adam gibi deneyim yazabildim, ne referans ekleyebildim, ne de şu anıma benzeyen bir vesikalık fotoğrafımı bulabildim. Cv bittiğinde çok hüzünlü duruyordu. Derme çatma kulübeler gibiydi yine de bir heves yollayabildiğim kadar çok yere yolladım. Tabii hiçbirinden -değil işe almak- cevap dahi gelmedi.
Ben bunu sevmiyorum. Hem de hiç sevmiyorum. Eğer ben vaktimi sizin için ayırmışsam en azından tek kelimelik de olsa bir cevap maili beklerim. Buna da en doğal hakkım derim. Tabii bundan sonra devreye sizin kişiliğiniz, düşünceleriniz vs. girer. Ya maili okuduktan sonra çok meşgul olduğunuz için cevap yazmazsınız; çünkü dünyanın en önemli insanısınız, ya nasıl olsa işe almayacağım diyerek cevap yazmazsınız; çünkü siz holding patronu falansınız, ya yüz göz olmak istemezsiniz; çünkü siz çok popüler, herkesin mail beklediği bir insansınız ya da cevap yazmazsınız; çünkü siz insan olduğunu sananlardansınız.



Acaba Türkiye'deki bütün gazetelere mail yollasam ve stajer olarak, ofisboy olarak vs. istediğimi söylesem kaçından cevap gelir... Efendim? Hiç mi?
Hiç mi hiç şaşırmam!

Nisan 23, 2006

Bahar Mı Geldi Hani Nereye?

Evden çıktığınızda "sevgililer günü de değil bugün, n'oluyoruz yahu" diye kendi kendinize düşünüyorsanız, sahilde veya herhangi bir yerde yürürken sarılmış çiftleri görüp şiddetle onları ayırmak istiyorsanız, arkadaşınızlayken çiçekçiler yanınızdaki kişiyi sevgiliniz sanıp çiçek satmaya çalıştığında "biz arkadaşız" dedikten sonra içiniz acıyorsa, telefonunuz hiç çalmıyorsa, forward mailler dışında mail kutunuza yeni bir şeyler gelmiyorsa, insanların olduğu yerlere gitmektense evde kalmayı tercih ediyorsanız, bugünlerde çok asabiyseniz, "bahardan nasibimi alamadım" diyorsanız, kurduğunuz cümlelerin çoğu geçmiş zamana aitse, eski sevgililerinizin listesini yapıp hangisine dönsem ki diye düşünüyorsanız, msn'de isminizin yanına depresif sözler iliştiriyorsanız, Hande Yener yerine Ferhat Göçer-Yastayım dinliyor ve bunalıma giriyorsanız, konserlerde/"cafe"lerde arkadaş grubunuzla takılıyorsanız, cümlelerinizi toparlayamıyor ve buna bağlı olarak konuşamıyor ya da yazamıyorsanız, yanınızdan mutlu bir çift geçtiği zaman böğüre böğüre ağlamak istiyorsanız, aynada kendinize bakıp "yoo böyle de gayet süperim" dedikten sonra süper olduğunuz hissini maksimum 10 dakika koruyabiliyorsanız ve bunlara benzer daha pek çok durum yaşıyorsanız; siz, yalnızsınız.
Aramıza hoş geldiniz...

Nisan 18, 2006

Blog Haberi ve Aliye

Ortalarda şu şekilde bir mail dolaştı geçtiğimiz hafta;
"Merhaba,
Akşam Gazetesi haftasonu ekleri için bloglar ve blog yazanlarla ilgili bir haber hazırlıyorum. Tesadüfen sizin bloglarınızla karşılaştım ve okudum. ;Çok ilgimi çekti ve etkilendim. Sizinle röportaj yapmak istiyorum ne dersiniz?

SABANUR KIRAÇ
AKSAM GAZETESI" -mailde de Akşam Gazetesi böyle vurgulanmıştı-.




Ben de bu maili alan diğer bloggerlar gibi çok sevindim. Röportaj teklifini kabul ettim. Ancak 2 gün geç cevap verdiğim için kontenjan çoktan dolmuştu. Çıkan haberleri gördükten sonra iyi ki dolmuş dedim. Benim hala inan-a-madığım magazin haberi yazar gibi blog haberi nasıl yapılır? Gerçekte mağdur olmayan insanlar nasıl mağdur/mağdure edilir. Konuyu öğrendikten sonra muhtemelen başımdan beni mağdur edecek bir olay geçmediğini söyleyecektim ve röportaj falan yapmayacaktık. Aynı şeyi söyleyen Crystal'i gazetenin cumartesi ekinin önünde yarım sayfa fotoğrafı ve altında gerçek olmayan bir haber başlığıyla beraber gördüğümde "ya ben olsaydım bu" diye düşünmedim değil. Blogu bulduğumda ve okumaya başladığımda bulduklarımsa yine pek iç açıcı değil. Diyet Kardeşleri de karışmış vaziyette. Anladığım kadarıyla kendilerinden izin alınmadan cümlelerinin, linklerinin, isimlerinin kullanılmasından rahatsızlar çünkü kendi üzerinden prim yapmakla Xtra'yı -blog sahibini- suçluyorlar. Köşe yazarlarının yazacak şeyi mi kalmadı ki blog dünyasını allak bullak ediyorlar? Biz kendi halimizde yazıp gidiyorken neden bizi kızdırıyorlar? Aynı şeyi yapıyoruz aslında; yazıyoruz. Yapılan yorumlardan birinde çok dahiyane bir fikir vardı hoşuma gitti; bu haberi yapan insanların fotoğraflarının altına yalan haberler yazmak ve bloglarda yayımlamak. Onları kendi silahlarıyla vurmak, hoş olurdu tabii. Fakat mantıklı düşününce bunun hiçbir yararı olmayacağını anlıyorum. Yaklaşık 1 sene önce bloglarla ilgili bir haber yapılmıştı sonuçları böyle olmamıştı. O zamandan bu zamana değişen ne bilmiyorum, böyle devam edecekse sonunu pek iyi görmüyorum.

***

Her salı akşamı içimiz kan ağlıyor, bu çile bitsin artık! Aliye çocuklarına kavuşsun biz de ağlayacak başka şeyler bulalım. Her bölümden sonra "ee yeter be!" diyorum ama her salı "acaba bu sefer?.." heyecanıyla tekrar izliyorum. Çemberimde Gül Oya'nın ruhu şad olsun. Muhteşem bir diziydi. Tek konu üzerine kurulu, her hafta ısıtıp ısıtıp aynı pilavı yemek gibi değildi en azından. "Beğenmiyorsanız izlemeyin kardeşim"cilere ilk defa Aliye konusunda katılmıyorum. Çok komik yahu Aliye'yi izliyorum...

Nisan 17, 2006

Dördüncü Gün

ve son gün demek lazım aslında. Onca burukluğun, kahkahanın ardından gelinen son gün. İstanbul'a veda...

Sabah yine Mtlda'yla buluşmak üzere yola çıktık. Kahvaltı yapalım diye Simit Sarayı'na gittik. Bir kız "hişt pişt" falan diyor bana "yaşasın terskose sen misin" diyecek kesin diye arkamı döndüm; meğer mtldaymış. Neyse bu şoku çabuk atlattım. Karnımızı doyurduk yola koyulduk. Yolda trafiğe yeni çıkmış veletler gibi tek sıra halinde yürüdük. Bir yandan da Tutku'ya telefon sormayı ihmal etmedik ve sonunda ona uygun olmasa da bi telefon alabildik. Fransız Sokağı'na vardığımızda her zaman olduğu gibi benim yine ağzım açık kaldı. Neden olduğunu bilmiyorum ama orayı çok seviyorum. Etrafa baka baka Tophane'ye indik. Parma'da çay içtik. Sonra Nuray bize insanın içini ısıtan bi teklif yaptı; Ortaköy'de kumpir ve boğaz turu... Dayanamadık, gittik. Ne de iyi ettik. Hayatımda yediğim en güzel kumpirdi ve içtiğim en güzel çaydı oradaki. İstanbul'da olduğuma inanamadığım, en büyülendiğim, en hayran kaldığım dakikalardı. İstanbul'a tekrar tekrar aşık oldum. Bol bol fotoğraf çektim. Ara sıra gözlerim doldu, yüzümü çevirdim, yaşlarımı içime akıttım. O güzelliği bozmaya kimsenin hakkı yoktu; zamandan başka...
Gün böyle bitmedi Nuray bizi bir de Emirgan'a götürdü. Denize düşmeyi göze alıp kendimi kıyıya attım. Ayaklarımı suya salladım. -çocuklar gibi şendim demek istiyorum burada, çok büyümüşüm gibi- Her şey için teşekkür ediyorum bir de herkese. Sonra Taksim'e döndük bizi uğurlamaya Leon geldi. Tıpkı şu an gözümün önüne gelen son Taksim görüntüsü gibi İstanbul; kalabalık, yer yer karanlık, bazen aydınlık hüzünle karışık yağlıboya bir mutluluk tablosuydu. Renkler daha fazla karışmadan vedalaştık. En kısa zamanda görüşmek üzere, hoşça kallaştık. Söylemeden edemeyeceğim İstanbul'u daha şimdiden çok özledim, seni de.


not: fotoğrafımı çalmayın, küserim.

***

Bu derginin Mayıs sayısında ilk yazım çıkacak. Bundan sonra her ay yazacağım. Yavaş yavaş bulaşıyorum dergi/gazete sayfalarına. Devamını merakla bekliyorum. Sezonu açıyoruz herkesi bekleriz.

Nisan 15, 2006

Üçüncü Gün

Geceden planımız Ortaköy'de kahvaltıydı. Gerçekleştirdik. Önce Kadıköy'e ardından vapurla Beşiktaş'a gittik. Vapurda çok üşüdük ama bol bol Kız Kulesi'ni izledik. Sonra ağaçlı yoldan yürüyerek Ortaköy'e vardık. Cebimizde kalan parayı gözden geçirip kumpir yemeye karar verdik. Ertesi gün daha iyisini yiyeceğimizden henüz bihaberdik. Sonra fotoğraflar çekildik, hayatımda ilk defa güvercinlere yem attım. "Kuş gribi olacak mıyım Tanrım?" diye sormadım. Allah bana hep çok dinsel gelir bu yüzden Tanrı derim. Tanrı derken de "ahaha gavur özentisi" denmesinden korkarım. Güne geri dönecek olursak; hava çok kasvetliydi. Zaten İstanbul sadece biz giderken güneş güneş gülümsedi. Eğer bulut olsaydım, en az orada yağan yağmur kadar yağar, gözyaşlarımı akıtırdım. Ağlamaya gelmediğimizi hep hatırladık, hatırlattık. Fakat sanırım havadan, ağzımızı hep kıvırdık. Daha sonra seboistnet buluşmasına gittik. Yeni insanlarla tanıştık, yenileri sevmem. Ben çok sıkıldım. Zaten canımı sıkan, beni renkten renge sokan daha birkaç ayrıntı vardı ama onları anlatmak istemiyorum. Sizin de anlayacağınız gibi üçüncü gün pek güzel değildi. O günün belki de en güzel olayı bowlingti. Hayatımda ilk defa bowling oynadım. Beterboy 1., 029 2., Leon 3., ben 4., Senem 5. ve Tutku oyundaki mal yani sonuncu oldu. Akşamına da Nevizade'ye gidip maç izledik. Kısa süreli sinir krizleri geçirdik. Geceyi Senem'lerde geçirdik. Sabahın 5'ine kadar Vega konuşabileceğimizi bilsem onunla çok daha önce tanışırdım. Üçüncü gün biraz da O'na dairdi -eski okurlarım, hatırlamalısınız O'nu-. Belki canımı bu sıktı, anlatacak fazla şey kalmadı. Biz sustuk geriye kalan herkes, her şey konuştu. O gün belki de son gündü. Belki de sondu...



***

Üçüncü günün özeti için buraya tıklayın. Dinleyin, anlayın. Ben çok güçlü olduğumu ya da çok iyi bir yalancı olduğumu bilmiyordum. İstanbul öğretti. Yalanlarımız güzel, inanması zevkliydi..

edit: 029 ikinci olmuş ama gönüllerimizin ikincisi Leon. Bir de buraya yazmayacaktım ama Akdeniz'de neşe kaynağımız biri vardı; teşekkürler.

Nisan 13, 2006

İkinci Gün

Kahramanlarımız yani biz; Tutku ve ben. 8 Nisan sabahı erkenden kalktık, evi topladık ve Pendik'ten ayrıldık. Fakat gideceğimiz yolun ne kadar uzun olduğunu unutmuş gibiydik. Şöyle açıklayayım; evden çıkmış otobüs bekliyorduk ve mtlda hanım bize 2,5 saat sonraya randevu veriyordu. Burası İstanbul, burası büyük şehirdi. Biz anladık. Bindiğimiz otobüste kah uyuduk, kah gülüp fotoğraf çektik, kah saçlarımızı çektik. Kadıköy'de indiğimizde gördüğümüz manzara enfesti. Ah bir de yağmur yağmasa paçalarımız ıslanmasaydı. Sırayla poz kesip kareler aldıktan sonra 2'şer -evet evet yazıyla ikişer rakamla 2'şer- tane bilet atarak Taksim'e ulaştık. Mtlda koordinatları doğru almış ve zamanı çok iyi hesaplamıştı. İstanbulluların "simit" tabir ettiği şeyden yemedik, önlemimizi aldık. Daha sonra hadi bi Cihangir yapalım dedik. Blogunu takip ettiğiniz bu insan bilir misiniz ki hiç çocuk olmamış? Bilir misiniz ki İzmir'de hiç kaydıraktan kaymamış? Ayakkabıların sırılsıklam lastik tabanlarıyla sırılsıklam demir birleşince ortaya "dikkat kaygan zemin"vari bir tablo çıkıyor. Evet, düştüm. O anı kare kare görmek isteyenler lütfen buraya tıklayın. Daha sonra Taksim'e geri dönüş, Uçan Ev'e oturuş falan. Buraları detay olarak geçiyorum çünkü mtlda'yı ilgilendiriyor. Vay efendim kızın biri bön bön bak sonra "sen mtlda mısıaan" de. Bunlar hoş şeyler değil. Bir daha ben varken özellikle olmasın, istemiyorum. E kahramanlarımız bu kadarla gazı keser mi? Damn düşmüş akıllanır mı? Asla! Daha çıkılacak bir Galata Kulesi var. Gittik efendim, oraya da gittik. Hatta giderken Muammer Yanmaz'ın "Türk Sinemasında Kadın Oyuncular" konulu fotoğraf sergisine de uğradık; Şerif Sezer ve Ayşegül Aldinç'i gördük. Galata'ya çıktık dört dönüp fotoğraflar çektik. Sonra üşüdük indik. Her şey gayet güzel gidiyor sanıyorduk ki bir baktık Ttkumuzun telefonu yok... Girilen çıkılan pasajlardan sonra anladık ki telefon çalınmış. İşte o andan sonra yüzümüz hiç gülmedi -boğaz turu hariç- Adam bir de telefonu açıp dalga geçti ya neyse. Bu kötü detayları atlıyor gece kaldığımız evden birkaç manzarayla bitiriyorum ikinci günü: ilk adımda bastığımız köpek çişi ve Mişa yani psikopat kedi olmasa her şey daha iyi olabilirdi. Benim için uykusuz bir geceydi. Ama İstanbul'du her şeye değerdi...




***

Bir kere de her şey dümdüz gitsin. Yalvarmak yakarmak istemiyorum artık. Ne var yani?! Yok iyi bir şey, yok. Olmuyor. Gereksiz bunalımlardan kaçınalım. Deprem çantamızı hazırlayalım. Geri dönüyor sanırım deprem furyası önlemimizi alalım. Ey okuyan insanlar bu gece bir tuğlayla gözlerimi yumar ve bir daha açamazsam bilin ki son 2 gün de pek güzeldi.

Nisan 12, 2006

İlk Gün

Hayatım boyunca pek erken kalktığım görülmemiştir. Uykuyu çok sever, uyanmaktan nefret ederim. 7 Nisan sabahı 06.00'da kalktığımda da durum pek farklı değildi. Alarmı 15 dakika erteleye erteleye saati 06.45 etmiştim. Çantaları son bir kontrol ve hoop evden çıktım. Kahvaltıda yenecek en güzel şey olan boyozu da yanıma alıp servisimi beklemeye başladım. Arabası 09.00'da kalkacak birisi 08.00'de servise binmiş olmalıydı ben 35 dakika geciktim. Dolayısıyla ecel teri dökmeye yakın kıvama gelip kendimi otobüse attığımda beni boyozdan başka bir şey kendime getiremezdi -itiraf ediyorum mtlda boyoz yemeyi unutmadım, gevrek almayı unuttum-. Sonrası malumunuz saatler süren yolculuk. Bursa'ya kadar tek gelmiş olmanın verdiği rahatlıkla yayıldıkça yayılmacılık. Feribotta içilen sigaraya bakıp tıklım tıklım yalnızlık oynamacılık. Denizin köpüren sularıyla beraber hayatın sabun köpüğü halini düşünerek üzülmecilik, üşümecilik. İnsan kendini belki de en çok geçip giden güzelliklere "bak" diyecek birini bulamadığında yalnız hissediyor, bilmiyorum. Yalnız geçen saatlerin ardından "Avrupa Kıtasına Hoş Geldiniz" tabelası ve benim dolan gözlerim. Çünkü İstanbul, ben seni çok sevdim! Ardından Ttku'yla buluşmamız ve 7 ayın hasretini giderme çabalarımız. Taksim'e gidip karnımızı doyurmamız Renal, Léon ve Senem'le buluşmamız, Pendik adı verilmiş -Ankara'nın yolunu yarılayacağımız vakit uzaklıktaki- semte yolculuğumuz... İçtikçe yorgunluğu alan votkalar, şaraplar... Gözlerimiz kaydıkça netleşen, sevgimizle belirginleşen kare hayatlar... İstanbul'un ilk gününe sığan, sığabilen manzaralar. Ah İstanbul, göğsüne hoş geldim. Lütfen uyut beni. Unuttur beni.



***

Hayatta hoş şeyler de olmuyor değil hani. Döndüğümde gördüğüm maillerime gizlenmiş 2 küçük sır. Biri iş, biri özel hayatla ilgili. Küçük dağları yaratmadığımı biliyorum çünkü daha büyüklerini yaratabileceğimi hissediyorum desem çok mu havalı olacak sanki?..

Nisan 03, 2006

İstan"bul"

"Vats dı medır meri ceyn?"
Ben biletimi aldım. Cuma günü İstanbul'a gidiyorum.
Taşınmamız da bitti. Çok mutluyum falan. Siz ne getireyim İstanbul'dan?