Şubat 27, 2007

Aklıma Takıldı

Bugün sizi metroda gördüm. Birkaç saat önce aldığınız gereksiz bir paketi, gerekli bir çöp kutusuna atmıştınız. Çöpe attığınız paketin içindeki kağıtları düşündüm. O kağıtların başka bir çöpe atılacağı, oradan kağıt toplayıcılar tarafından alınıp para karşılığı bir yerlere satılacağı, oradan geri dönüşüm merkezlerinde tekrar kullanılabilir kağıt olacağı, size bazı şeyler yazan kişiye ulaşacağı ve o kişinin tekrar "saçma" satırlarıyla sizi boğacı, ardından sizin bunları yine çöpe atacağınız gerçeği ve aynı teranenin tekrarlanarak kısır bir döngüye ulaşacağı, sizin bir gün bu fasit daireden sıkılıp mektupları saklayacağınız, bir cümleye nokta koyacağınız gibi saçma bir hayal ürettim sonra. Ben hayale dalmış aramızdaki insanlar da yerini almıştı ki sizi kaybettim. Evet aynı metrodaydık ama ben sizi kaybetmiştim bunu düşünmek bile korkunçtu. Sonra bir baktım ki yanıma oturmuşsunuz, kulağınızda kulaklıklarımın biri; malum şarkıyı dinliyoruz. Cama da yağmur vuruyor az az, ortamı hayal edebildiniz mi? Romantizmin dibine vurmuşuz da arkadaşlarınızın camdan atlamasına sebep oluyoruz.
Bugün sizi metroda gördüm ve tam karşımda düzene karşı çıktığını sanan, lise döneminde bizim de bileklerimizde sergilediğimiz çivili, yıldızlı metalleri çantasına takmış, kulağından yükselen müziğe elini dizine vurmak suretiyle eşlik eden ve "mahalle karısı" tabir ettiğimiz şekilde sakız çiğneyen bir genç gördüm. Evet bugün de bir insana "tepeden" baktım -sizlerin tabiriyle-, çünkü o yanımda olamayacak kadar aşağıda bir yerlerdeydi. Kafası ebatlarında şişirip ara ara çatır çatır patlattığı balona öyle sinir oldum ki! "Genç bakar mısın saşlar süpear de ayıp olmuyor mu?" dememek için ben kendimi, siz de elimi tuttunuz. Bir şekilde romantizme bağlamasak ölüyoruz şu sıralar, mazur görünüz artık.
Daha sonra yürümeye başladık. Hiç konuşmadan sizi evinize bıraktım, kahve teklifinizi geri çevirdim çünkü hain planlarınız yoktu ve ben bu yaşımda bir komploya kurban gitmeyeceğim evlerde kahve içmiyordum. Kendi evime vardığımda sizi aradım yaklaşık 42 saat süren bir telefon görüşmesi yaptık. Aynı şehirdeydik ama telefonlaşmadan duramıyorduk. Ya bir gün yanımda olduğunuz halde telefonla görüşüyor olursak? O zaman boğaza gideriz, köprüden kendimizi salıveririz. 2,7 saniye sonra ben ve siz yani biz boğazın sularında el eleyiz. Romantizme bağlamazsam ölüyoruz çünkü.
Unutmadan siz, kelimeleriniz ve gözleriniz her Allah'ın günü ne kadar da güzelsiniz...

not: 3 dakikanız yok, acele etmeyiniz.

Şubat 21, 2007

Tat Tvam Asi

Bugün sizi otobüste gördüm. Siz bindiğinizde ben yoktum ya da ben bindiğimde siz dikkat etmediniz. Tam 2 sıra arkananıza oturdum, cam kenarına, sizin gibi. Hatırlıyorsanız önünüzde yaşlı kadınlar vardı ve konuşuyorlardı. Yaşlı kadınlar hep konuşurlar. Arka sıranızda bir bey ve onun da arkasında ben.
Bugün sizi otobüste gördüm ve uzun süre boyunca izledim. Bir gökdelen görüyordunuz otobüs yanından geçerken, orada beraber yaşamayı, o gökdelene taşınmayı düşündüm. Ben ve siz. Geriye kalan tüm katları çalışma odası yapabilirdik mesela. Bahçeye de kitaplarımızı koyardık zira o kadar çoklar ki... Gözleriniz gökdelenden ayrıldıktan sonra bir süre camda kendinize, yansımanıza baktınız. Onu da gördüm evet. Gözlerinizi camda unutup önünüze döndüğünüzde ben gözlerinize bakıyordum aslında. Sonra aceleyle hatırlayıp bıraktığınız yerden aldınız gerçi onları. Gözler unutulmaya gelmezdi, hele ki böyleleri...
Bugün sizi otobüste gördüm, bunu daha önce de söylemiştim ama siz o kadar düşünceliydiniz ki, kafanız düşüncelerden ağırlaşmıştı da sanki o yüzden içiniz geçmişti yorduğunuz bedeninizi sığdırdığınız koltukta. Siz rüyalardan rüya beğenmeye çalışıp beğenemeyerek ve bu yüzden hiç rüya göremeden uyanmadan biraz daha önceydi; oturduğum yerden kalktım. Ön sıranızda oturan kadınlar birkaç durak önce inmişti, onların bıraktığı boşluğa oturdum, bilirsiniz yaşlılar bıraktıkları boşlukları hatırlayarak dönüp almazlar, sizi izlemeye başladım. Uyurken neye benziyordunuz, aslında uyuyan kimdi bilmeye, tahmin etmeye çalıştım. Kirpiklerinizi tek tek sayarak geçmişinize dair tüm bilgileri topladığıma emin olduktan sonra omzunuza dokundum ve kulağınıza fısıldadım yavaşça. Siz çabucak uyandınız gerçi ama ben çoktan eski yerimi almıştım.
Biraz daha yola devam ettik ve aynı anda kalkıp zile bastık, farklı kapılardan indik. Adım adım arkanızdan yürüyordum ve solunuzdan esen rüzgar, kendisi denizden geliyordu, size tanıdık bir kokuyu ya da bir hatırayı anımsatıyordu. Bunların hepsini biliyordum, daha siz düşünmeden. Düşüncelerinizin fotoğrafını çekmek istedim, kadrajda sizi göremeyince vazgeçtim.

Bir mısır tarlasındaydınız bugün. Koçan yerine tanelerden oluşan kocaman bir mısır tarlası ve ben elimde bir kaşıkla sizi bekliyordum. Elimdeki kaşık gümüştü. Geldiğinizde kaşığı bir yerlerden hatırladınız, saçlarınızı yokladınız.
Zaman ve mekan kavramlarından uzak bir tarladaydık, etrafımızda milyonlarca mısır, elimde gümüş bir kaşık ve karşımda siz, gerçekten bugün siz ve fikirleriniz, ne kadar da güzeldiniz...

Şubat 20, 2007

Kediler


Onunla elinden tutmasına izin vererek dünyanın en meşhur kahvecisine gidiyorsunuz. Muhteşem bir kahve içeceğinizi sanıp beklerken birbirinizin avucuna göbeklerinizi yerleştiriyorsunuz hatta gerekenden çok daha fazla bir ücret ödüyorsunuz. Birkaç dakikalık bekleme sonucu aldığınız şey "dikkat sıcak"tır.
Sıcak kavramı göreceli olsa gerek çünkü ben bunu yeni doğmuş bir bebeğe içirebilirim? Her neyse belki tadı güze... Öğk! Bu ne yahu! Süt bu süt. Kahveyi koymayı unutmuşlar. Karamel mi? Karamel tadı alamıyorum. Karamel ve kahveyi koymayı unutmuşlar, inanamıyorum. Efendim? Böyle mi oluyor bu zaten? O zaman ben almıyorum bir daha, iğrençsin Starbucks, anlaşamadık ve anlaşamayacağız. Sen bağrına bastığın, açık yakasından kıllar fışkıran şapkalı delikanlıların ve kendini onlara beğendirmek, bir yandan da parasız kalmamak için en en en "small" bardakta kahve içen ve parıltılı gözlerini bir o erkeğe bir diğerine savurmak suretiyle çok güzel olduğunu zanneden Demet Akalınımsı ve Petek Dinçözümsü kızlarınla mutlu yaşa, sonsuza kadar elveda.



Onun fotoğrafını çekerek seninle yürümesine izin veriyorsun. Muhteşem ağaçlar ve heykeller -dostum burası hala sonbahar- arasında yürüyerek, bastığın karlarda temkinli olup "küt!" diye düşmeni engelleyerek bir yere varıyorsun. Açık büfeden tabağını dilediğin kadar doldurup sigara içilmeyen bölümde nikotinsiz bir kahvaltı yapıyorsun. Ardından eşyalarını toplayıp sigara içilen bölüme geçiyor ve büyük bardakta aldığın "cappuccino"yla beraber ortalığı dumana boğuyor, sigara üzerine sigara içiyorsun. Öyle güzel bir kahvaltı yaptın ki o anın hazzını içtiğin sigaralarla katlayarak artırmak istiyorsun. Etrafı inceleyerek, dışarıyı izleyerek, fotoğraf çekerek -muhteşem bir ışık var- yanındakiyle, karşındakiyle sohbet ederek vaktini öldürmek yerine dolduruyorsun ve adeta oradan ayrılmak istemiyorsun. Odtü'deki Çatı denilen yer seni rahat koltuklarına bağlıyor, tekrar gelmek üzere tüm zerreciklerle vedalaşıp Kızılay'a gidiyorsun. Ardından İzmir'e. Çatı'yı unutamıyorsun.

~
Yine de çikolatadan yapılmış kaşıklar eşliğinde içtiğin sıcak çikolata nedendir bilinmez hepsinden güzel geliyor sana, nefret ettiğin kaymağı gördüğünde içeceğini bırakmak yerine kaşığınla çıkartıyor ve gülümsemeye devam ediyorsun. Kar üzerinde yürürken "küt!" diye düşmemek için temkinli olurcasına, sen...

Şubat 19, 2007

Kelebekler Ne Güzel

Otobüste duruyordum. Diğer otobüslerin oluşturduğu perspektifi bozan sinyal ışıklarının yanıp sönmesiydi ki kulaklarımda çınlayan "yanıp sönerken ne güzeldi, ne güzeldi, ne güzeldi, aşk..." sözcükleriyle boğuldum. 25 numaralı cam kenarı koltukta uyumaya çalışıp, acele ederek içtiğim kahvenin yaktığı dilimle kalbimi yoklayarak hala aşka inandığımı fark ettim. Aşık olmak için çok uzaktı, çok gençti, çok geçti. Önüne geçemiyorsun ve eskiden bir dostuma da olduğu gibi nefes alamıyorsun. Sonra o dostunun eski bir yazısını hatırlıyorsun ve sana anlattığı şeyi hatırlayıp "dostum, ben aşık olmuşum bunu anladım" demek istiyorsun. La Finestra di Fronte böyle zamanlarda çok daha fazla acı veriyor; çünkü birileri geliyor, birileri gidiyor. O acı, kurduğu bağdaş ile boğazında oturuyor, yutkunmak ne kadar zor. Tenim saydamlaşmaya başladı, nefes alamadan silineceğim.
Parmak uçlarımın hissizliği yüzünden

basamadığım bir buton var. Ulaşmam lazım,


galiba dokunamayacağım.


"Nefes al" butonu.


parmak uçlarım yok mu?


hissedemiyorum


hissedemiyorum.



h

i

s

s

e

d

e

m

i

.

.

.

Şubat 11, 2007

Toksik

Hepimiz hayatımızın farklı dönemlerinde, evrelerinde, yaşlarında sarışın ve süslü aptallar olan genç kız idolcüklerine karşı konulmaz bir sevgi beslemişizdir. Onlardan ilk çıkanı Britney'di sanırım. İtiraf etmem gerekirse çocukluğumda, çok küçüklüğümde hani abim çöpçü olmaya karar vermişken ben de kuaför/berber olmaya karar vermiştim. Saçlara olan inanılmaz ilgim Barbie bebek denilen ve komşu kızlarımızda bulunan oyuncak Britney'ler ile -o zamanlar yoktu gerçi- daha da pekişiyordu. Saçlarını kesmeler, yakmalar, soda ile yıkamalar, keçeli kalemler ile rengarenk boyamalar -asi olacağım o zamanlardan belliymiş- sonucu mahalleli kızların korkulu rüyası haline gelmiştim. Hayır hiçbir gerçek ya da yapma saça Celal veya Cemal edası ile yaklaşmıyordum hatta bebeklerinin saçları tarumar olan kızlar kendilerini oradan oraya çarparak ağlamak suretiyle ortalığı birbirine katmakla kalmıyor annemin meşhur terliğini de eline aldırıyordu. Bu duruma bir son vermek ve yeteneğimi herkese kanıtlamak isteğiyle artık hünerimi "gerçek" saçlara yöneltmiş Müge'yi civcive benzetmiştim, annelerimizin bizi gördüğünde attıkları çığlıkları hatırlıyor, gerisini yaşadığım şok sonucu hatırlamıyorum ancak nasıl bir olay yaşadıysam artık kendime geldiğimde saçları, kendini "hayvansever" olarak tanımlayan insanlar gibi sadece uzaktan seviyordum. Belki de geçirdiğim bir Sybil vakasıydı ve yerimi o zamanlar bedenimde barındırdığım bir başka kişiliğim ele geçirmişti ve gereken bedeli benim yerime o ödemişti. Uf o terlik de amma can yakardı ha... Şimdi bunları nereden hatırladım, ne diye yazdım inanın ben de bilmiyorum.
Biterken Britney Spears - Toxic çalıyordu?

//

Yapılacaklar listesi çıkartacak olursam eğer şöyle ki;
1- Heyecanımı anla-ya-mayan kişilere inat görgüsüzce evet ilk olarak Ankara'ya gidiyorum.
2- İnat ettiğim kişilere hediye olarak bir ya da birkaç tane "Sıtarbaks'a vb.'ne gidiyorum tatlım bak hatta bu da fotoğrafı" şeklinde meşhurlaşmış içeriğinde birkaç fincanı/mug'ı/kağıt bardağı ve eşliğinde sergileyeceğim ellerimi hatta duruma göre kağıt veya kalemimi barındıracak ve "dostum çok cool birisiyim n'apabilirim ki?" fotoğrafı.
3- Basılmamış kar bulup itinayla basmak, hatta çok özendiğim bir film karesi sonucu o kara yatıp kol ve bacaklarımı açıp kapatmak suretiyle kelebek olmak.
4- Çok gezmek, çok konuşmak, bol bol fotoğraf çekmek, ara ara sıkılmak, az uyumak ve bobi'ye sarılmak.
5- Tüm bunları yapacağım tarihi cümle alemden devlet sırrıymış gibi gizlemek, heyecan yaratmaya çalışıp gizem insanı olmak. (bu madde gerçekse bobi ve arkadaşlarını insandan saymamak)
6- İstediğim herkesi görüp istemediğim kimseyi görmeme lüksüne sahip olmak.
7- İhtiyacı olanlara hediye etmek üzere bol bol kapak dağıtmak.

Tüm maddeleri gerçekleştiremesem de 2'yi mutlaka tatlım! Mutlaka.

not: ahahahaha

Şubat 06, 2007

Kar, Beyazı

"ve hayat" diye başlayan cümleleri olmadı hiç O'nun. Sevmezdi felsefeyi, psikolojiyi ve hiçbirini sevmediği kadar da hayatı, hayatını. "Bana en çok yakışan renk kar, beyazı" derdi. Kar yağdı, yer siyah. Kar durdu, yer siyah. Gökyüzü mavi, yer hep siyah, çocuk inatla beyaz; kar, beyazı.

~
Kitabın kapağı sımsıkı kapalı. Sanki uyuyor numarası yapmakta da gözlerini yummuş. Elime alıyorum, açılmıyor. Biraz bekliyorum başında, onunla ilgilenmiyormuş gibi yapıyorum sonra. Üşüsün, hasta olsun diye camı açıyorum. Günlerden Şubat, havalardan kış ki o da bahardan bozma. Rüzgar üflüyor kitaba, kitap üşüyor. Soğuktan uykusu geliyor, esneyecekken tam elime alıp azarlıyorum onu. Sonra okumaya başlıyorum içindekileri ve içindekileri yine. Minicik bir sobanın ısıttığı bir oda. Saat yok, ayna yok. Sayfayı çevirirken çıkan ses beni bir yere götürüyor. Giderken almayı unuttuğum kitap şimdi masamda kendi sayfalarını okuyor. Her sayfanın kendi hayatı olsa keşke, mahreminden uzak tutacak sandığım tek şey kapak. Oda, soba, hava, ben ve kapak. Beraber bir yere gidiyoruz. Sayfaları hep masanın üzerinde unutuyoruz ve daktilom -eskiden O'nundu- sayfalara tehdit edercesine bakıyor. Yazılmış tüm gerçekleri değiştirecek güveni mevcut, kapak ve ben havadayız altımızda kar rengi bir bulut.

Şubat 03, 2007

Kelime

Kimseyi sevmemeyi bir gün öğrenmem lazım, hayatım boyunca hiçkimseye "seni seviyorum" demeden yaşayabilmeliyim. İşte o zaman ben de bir insan olabilirim.

Şubat 01, 2007

The Hours

Merdivenlerin trabzanı sarı. Çöp tenekesi mavi. Sarı saman rengi, mavi gök. Bulutlara bakmak için kafasını kaldırıyor. Teller bulutları ve göğü kesiyor. Baktığı bulut o anda paramparça gözüküyor. Dünya dönüyor ve bulut döne döne tamamlanmaya başlıyor. Dünya bazen ne kadar hızlı dönüyor, bulutlar günde kaç kez parçalanıp kaç kez eski halini alıyor... Cümleler, dakikalar ve saatler hep başını döndürüyor.

~

Komşudan gelen bir fincan sıcak ve taze çay bana zencefil almak için Londra'ya gitmem gerektiğini hatırlatıyor. Eğer trene vaktinde binersem saat 14.30'da tekrar Richmond'a varabilirim.