Sen neysen, sen kimsen ben onu istiyorum.
"Ben yorgun sen güzelsin.."
Her dakika telefona bakıyorum. Senin adın çıksın, bir çağrı bir mesaj olsun diye bekliyorum.
En çok seni özlüyorum.
Biliyorsun.
yine de;
dönsen mi ne..

Üstteki fotoğraf çok güzel. Süper saçlara ait bir fotoğraf, şapkasız halimle kendime en çok yakıştıracağım şekil o sanırım. Eskiler bilir bu blogta aylarca Öss konuşuldu. Eğer beğenmezsem şimdi aylarca saç konuşulacak demektir bu, önleminizi alın. Adam keser, saçlarım güzel olmaz ise "eeh 3 numara" bile diyebilirim. Öyle de gaza geldim. Önce omuzlarına kadar uzat sonra kestir. Hayırlara vesile.
*029 sana ölüyoruz!
not:bu adam Batuhan -Duman- değildir; O'nu hiç sevmiyoruz.
Acaba Türkiye'deki bütün gazetelere mail yollasam ve stajer olarak, ofisboy olarak vs. iş istediğimi söylesem kaçından cevap gelir... Efendim? Hiç mi?
Hiç mi hiç şaşırmam!

Ben de bu maili alan diğer bloggerlar gibi çok sevindim. Röportaj teklifini kabul ettim. Ancak 2 gün geç cevap verdiğim için kontenjan çoktan dolmuştu. Çıkan haberleri gördükten sonra iyi ki dolmuş dedim. Benim hala inan-a-madığım magazin haberi yazar gibi blog haberi nasıl yapılır? Gerçekte mağdur olmayan insanlar nasıl mağdur/mağdure edilir. Konuyu öğrendikten sonra muhtemelen başımdan beni mağdur edecek bir olay geçmediğini söyleyecektim ve röportaj falan yapmayacaktık. Aynı şeyi söyleyen Crystal'i gazetenin cumartesi ekinin önünde yarım sayfa fotoğrafı ve altında gerçek olmayan bir haber başlığıyla beraber gördüğümde "ya ben olsaydım bu" diye düşünmedim değil. Blogu bulduğumda ve okumaya başladığımda bulduklarımsa yine pek iç açıcı değil. Diyet Kardeşleri de karışmış vaziyette. Anladığım kadarıyla kendilerinden izin alınmadan cümlelerinin, linklerinin, isimlerinin kullanılmasından rahatsızlar çünkü kendi üzerinden prim yapmakla Xtra'yı -blog sahibini- suçluyorlar. Köşe yazarlarının yazacak şeyi mi kalmadı ki blog dünyasını allak bullak ediyorlar? Biz kendi halimizde yazıp gidiyorken neden bizi kızdırıyorlar? Aynı şeyi yapıyoruz aslında; yazıyoruz. Yapılan yorumlardan birinde çok dahiyane bir fikir vardı hoşuma gitti; bu haberi yapan insanların fotoğraflarının altına yalan haberler yazmak ve bloglarda yayımlamak. Onları kendi silahlarıyla vurmak, hoş olurdu tabii. Fakat mantıklı düşününce bunun hiçbir yararı olmayacağını anlıyorum. Yaklaşık 1 sene önce bloglarla ilgili bir haber yapılmıştı sonuçları böyle olmamıştı. O zamandan bu zamana değişen ne bilmiyorum, böyle devam edecekse sonunu pek iyi görmüyorum.
***
Her salı akşamı içimiz kan ağlıyor, bu çile bitsin artık! Aliye çocuklarına kavuşsun biz de ağlayacak başka şeyler bulalım.
Her bölümden sonra "ee yeter be!" diyorum ama her salı "acaba bu sefer?.." heyecanıyla tekrar izliyorum. Çemberimde Gül Oya'nın ruhu şad olsun. Muhteşem bir diziydi. Tek konu üzerine kurulu, her hafta ısıtıp ısıtıp aynı pilavı yemek gibi değildi en azından. "Beğenmiyorsanız izlemeyin kardeşim"cilere ilk defa Aliye konusunda katılmıyorum. Çok komik yahu Aliye'yi izliyorum...
Sonra Nuray bize insanın içini ısıtan bi teklif yaptı; Ortaköy'de kumpir ve boğaz turu... Dayanamadık, gittik. Ne de iyi ettik. Hayatımda yediğim en güzel kumpirdi ve içtiğim en güzel çaydı oradaki. İstanbul'da olduğuma inanamadığım, en büyülendiğim, en hayran kaldığım dakikalardı. İstanbul'a tekrar tekrar aşık oldum. Bol bol fotoğraf çektim. Ara sıra gözlerim doldu, yüzümü çevirdim, yaşlarımı içime akıttım. O güzelliği bozmaya kimsenin hakkı yoktu; zamandan başka... 
not: fotoğrafımı çalmayın, küserim.
***
Bu derginin Mayıs sayısında ilk yazım çıkacak. Bundan sonra her ay yazacağım. Yavaş yavaş bulaşıyorum dergi/gazete sayfalarına. Devamını merakla bekliyorum. Sezonu açıyoruz herkesi bekleriz.
***
Üçüncü günün özeti için buraya tıklayın. Dinleyin, anlayın. Ben çok güçlü olduğumu ya da çok iyi bir yalancı olduğumu bilmiyordum. İstanbul öğretti. Yalanlarımız güzel, inanması zevkliydi..
edit: 029 ikinci olmuş ama gönüllerimizin ikincisi Leon. Bir de buraya yazmayacaktım ama Akdeniz'de neşe kaynağımız biri vardı; teşekkürler.
randevu veriyordu. Burası İstanbul, burası büyük şehirdi. Biz anladık. Bindiğimiz otobüste kah uyuduk, kah gülüp fotoğraf çektik, kah saçlarımızı çektik. Kadıköy'de indiğimizde gördüğümüz manzara enfesti. Ah bir de yağmur yağmasa paçalarımız ıslanmasaydı. Sırayla poz kesip kareler aldıktan sonra 2'şer -evet evet yazıyla ikişer rakamla 2'şer- tane bilet atarak Taksim'e ulaştık. Mtlda koordinatları doğru almış ve zamanı çok iyi hesaplamıştı. İstanbulluların "simit" tabir ettiği şeyden yemedik, önlemimizi aldık. Daha sonra hadi bi Cihangir yapalım dedik. Blogunu takip ettiğiniz bu insan bilir misiniz ki hiç çocuk olmamış? Bilir misiniz ki İzmir'de hiç kaydıraktan kaymamış? Ayakkabıların sırılsıklam lastik tabanlarıyla sırılsıklam demir birleşince ortaya "dikkat kaygan zemin"vari bir tablo çıkıyor. Evet, düştüm. O anı kare kare görmek isteyenler lütfen buraya tıklayın. Daha sonra Taksim'e geri dönüş, Uçan Ev'e oturuş falan. Buraları detay olarak geçiyorum çünkü mtlda'yı ilgilendiriyor. Vay efendim kızın biri bön bön bak sonra "sen mtlda mısıaan" de. Bunlar hoş şeyler değil. Bir daha ben varken özellikle olmasın, istemiyorum. E kahramanlarımız bu kadarla gazı keser mi? Damn düşmüş akıllanır mı? Asla! Daha çıkılacak bir Galata Kulesi var. Gittik efendim, oraya da gittik. Hatta giderken Muammer Yanmaz'ın "Türk Sinemasında Kadın Oyuncular" konulu fotoğraf sergisine de uğradık; Şerif Sezer ve Ayşegül Aldinç'i gördük. Galata'ya çıktık dört dönüp fotoğraflar çektik. Sonra üşüdük indik. Her şey gayet güzel gidiyor sanıyorduk ki bir baktık Ttkumuzun telefonu yok... Girilen çıkılan pasajlardan sonra anladık ki telefon çalınmış. İşte o andan sonra yüzümüz hiç gülmedi -boğaz turu hariç- Adam bir de telefonu açıp dalga geçti ya neyse. Bu kötü detayları atlıyor gece kaldığımız evden birkaç manzarayla bitiriyorum ikinci günü: ilk adımda bastığımız köpek çişi ve Mişa yani psikopat kedi olmasa her şey daha iyi olabilirdi. Benim için uykusuz bir geceydi. Ama İstanbul'du her şeye değerdi...
***
Bir kere de her şey dümdüz gitsin. Yalvarmak yakarmak istemiyorum artık. Ne var yani?! Yok iyi bir şey, yok. Olmuyor. Gereksiz bunalımlardan kaçınalım. Deprem çantamızı hazırlayalım. Geri dönüyor sanırım deprem furyası önlemimizi alalım. Ey okuyan insanlar bu gece bir tuğlayla gözlerimi yumar ve bir daha açamazsam bilin ki son 2 gün de pek güzeldi.
ederim. 7 Nisan sabahı 06.00'da kalktığımda da durum pek farklı değildi. Alarmı 15 dakika erteleye erteleye saati 06.45 etmiştim. Çantaları son bir kontrol ve hoop evden çıktım. Kahvaltıda yenecek en güzel şey olan boyozu da yanıma alıp servisimi beklemeye başladım. Arabası 09.00'da kalkacak birisi 08.00'de servise binmiş olmalıydı ben 35 dakika geciktim. Dolayısıyla ecel teri dökmeye yakın kıvama gelip kendimi otobüse attığımda beni boyozdan başka bir şey kendime getiremezdi -itiraf ediyorum mtlda boyoz yemeyi unutmadım, gevrek almayı unuttum-. Sonrası malumunuz saatler süren yolculuk. Bursa'ya kadar tek gelmiş olmanın verdiği rahatlıkla yayıldıkça yayılmacılık. Feribotta içilen sigaraya bakıp tıklım tıklım yalnızlık oynamacılık. Denizin köpüren sularıyla beraber hayatın sabun köpüğü halini düşünerek üzülmecilik, üşümecilik. İnsan kendini belki de en çok geçip giden güzelliklere "bak" diyecek birini bulamadığında yalnız hissediyor, bilmiyorum. Yalnız geçen saatlerin ardından "Avrupa Kıtasına Hoş Geldiniz" tabelası ve benim dolan gözlerim. Çünkü İstanbul, ben seni çok sevdim! Ardından Ttku'yla buluşmamız ve 7 ayın hasretini giderme çabalarımız. Taksim'e gidip karnımızı doyurmamız Renal, Léon ve Senem'le buluşmamız, Pendik adı verilmiş -Ankara'nın yolunu yarılayacağımız vakit uzaklıktaki- semte yolculuğumuz... İçtikçe yorgunluğu alan votkalar, şaraplar... Gözlerimiz kaydıkça netleşen, sevgimizle belirginleşen kare hayatlar... İstanbul'un ilk gününe sığan, sığabilen manzaralar. Ah İstanbul, göğsüne hoş geldim. Lütfen uyut beni. Unuttur beni.