Mart 15, 2008

Ben eve girdiğimde sen yoktun. Ya da sen varken girmiştim ama ben içerideyken sen, yoktun.
Kitaplarını izledim oturduğum yerden uzun uzun. Sonra birini seçtim gelişigüzel, sayfalara aldığın notları, altını çizdiğin cümleleri okudum. Yastığına dokundum. Gözlerimi kapadım ve buradaymışsın gibi seni izledim. Gözkapaklarımla gözbebeğim arasında duran seni, çok sevdim.
Kısa hikayelerini gördüm sonra. Onları oluşturan cümlelerin harflerinde parmaklarımı gezdirdim. Seni oluşturan şeyleri anlamaya çalıştım, bıraktığın izler yardımıyla tanımaya çabaladım.
Sen yoktun ve saat çalışıyordu duvarda. Yalnız hissettim, kimsesiz hissettim, zavallı hissettim olmadığın odada.
Nefesimi tuttum bir ara. Geldiğinde tüm nefesimi sana vereyim istedim. Sensizliğinde onu biriktirmeyi bile beceremedim.
Kalemi kağıtlarına değdirdim. Yastığının altına cümlelerimi koydum, kitaplarının sayfalarında gözlerimi bıraktım ve hiç bilmediğim hayatın için ağladım.
Sonra sen geldin ve seninle beraber hiç bilmediğim mavilikler geldi, sarının en güzel tonları yüzüne serpildi. Işığa yüzünü görebilmemi sağladığı için minnet ettim.
İçinde sıkıştığımız o kısa "an" hiç bitmesin istedim.
Bitti.
Beraberinde ben de, düşüncelerim de, hissettiklerim de bitti.
Sandım.
Yanıldım.
Gözkapaklarım ve gözbebeklerim arasındasın sen şimdi. Gözlerini görebilmek için kapıyorum benimkileri.
Ve saçlarının arasına, boynunun biraz yukarısına bırakıyorum keşkelerimi. Sonsuza kadar içimde taşıyarak görebilmen ve anlayabilmen ümidini.

Kalabalığı güldüren palyaçoların da hisleri ve ağlayabilme lüksleri vardır. Yokluğunda seni bana anlatan yegane şey; hayatını geçirdiğin, nefesini verdiğin -nefesimi aldığım- dört duvarlı boş, bomboş odandır.
Tüm kesikler içimizde ağır ağır kanarken kahkahalarla gülelim halimize şimdi. Tıpkı daha önce de yaptığımız gibi.