Saatlerce oturup konuştuktan sonra, ve ben çok daha fazla sustuktan sonra. Tüm cevaplarımı susarak verdikten sonra. Cebimdeki anahtar yok artık.
Pembe şarap filozofluğu hayattaki en iyi becerdiğim şeylerden birine dönüşürken zamanla, tüm bu kaosun ortasında, yeni serilmiş tertemiz çarşaflar. Çarşafsız olmaz. Tüm kinimizi, tüm günahlarımızı, tüm pisliğimizi biriktirip ayağımız altında der top edip üstünde tepine tepine, üstüne tüküre tüküre... Ve cila niyetine bitmek bilmeyen mayalanmış arpalar. Her film cam kırığı sanki. Her gece üstüne yatmaktan zevk aldığım acılarım. Tüm derimi kaplamış duvarlarım. Aramızda hiçbir şey yok seninle. Sen ve ben diye bir şey yok. Sen varsın ve ben varım ama.
Hava öylesine güzel ki oysa, elimde balonlarım eksik, içimde öyle bir coşku, bıraksalar çocukluğumu koşacağım. Trafik çok yoğun, herkes çok mutsuz. Saatler hep eksik, hep geç. Herkes birbirine aç, sokaklar aç insanlarla dolup taşarken, ve ben ciğerlerimi sigara dumanıyla doldurup boşaltamazken, sigaraları adeta yerken, annemin gözleri üzerimde. Gözümden akan damlaları elinde olsa tek tek geri sokacak tek insan oyken, bak anne burası çok acıyor ve o acıtıyor diyememek. Dediğim an, bir annenin başka bir evladı yok edecek kudrette olduğunu bilerek.
Kendimden başka suçlu yok. Hepimiz bize dağıtılan kartlarla en iyi ellerimizi oynadık. Ben blöfünü göremedim. Yedim onu görmek yerine. Oysa gördüm diyebilseydim, ve masayı üstüne, tüm masayı üzerine, tam da böğrüne, tam da böğrüme sapladıkların gibi, üzerine üzerine devirebilseydim. Yapamadıklarım. Yapmadıklarım.
Ve ağzından çıkanlar o kadar saçma ki. İnanamadıklarım. İnandıklarım.
Daha sonra farklı bir çamaşırhanede, dudaklarının dudaklarımı sıkıştırdığında düşündüklerim. İntikam alırcasına, çamaşırlarını en yüksek ısıda kurutucuya atmam. Onlar döndükçe durmam. Onlar kurudukça zevkten ıslanmam. Onlar çekerken benim büyümem.
Ben senin ingilizcene iyi gelirken, sen benim fransızcama iyi gelirken, ana karamızdan gelen dilde asla ve kat'a anlaşamazken, beden dillerimizde ne kadar mükemmel olduğumuzu keşfettiğimiz anda çok korktum ben senden. Günışığında yüzünün önünde uçuşan tozlara daldı gözüm aslında. Sen hep sana baktığımı sandın. Sen hep orada duracağımı sandın. Sen sessiz kalıyorum diye susup yutacağım sandın. Senden aldıklarımı bir başkasının tuvaletine kusarken, sabahın bilmem kaçında sırtımdaki el senindi. Ve en derinimdeki yarayı başkasının bıçağını bana saplayarak sen açtın.
Sokaklar sakin şimdi. Çünkü yaz, çünkü gece. Bizim sokağımızdan bir gece getirseydim sana. Tam önüne serebilseydim, uzansaydık, sadece yan yana uzanıp birbirimize iyi geleceğimize inanacak kadar aptal olsaydık. Sen uyuyakalmasaydın bu kadar yorgun olduğun için, ben yerli yersiz aldatmasaydım seni başkalarını koynuma alarak.
Sadece iki kişinin beraberce yaşayabileceği bir dünya olduğuna inanarak, ve bütün olmak için öteki yarısını arıyormuş herkes? böyle bir aptallığa dahi inanarak (istediğin buysa yapmadığım şey değil, biliyorsun) sonra satır aralarımda kendini bulduğunu sanarak, çevirmenlerin yanılgısı, cümlelerim sana ya hep yanlış ya hep yarım yamalak, oldurulmuş... Tam da bu yüzden gözlerine bakamazken, çünkü gözüne bakarsam, gözümde göreceklerini içinde nereye koyacağını bilerek, oyalanacak bir şeyler bularak, içecek bir şeyler bularak, susacak bir şeyler bularak... Şimdi farz edelim ki kalbimi çıkarttım tam buraya koydum. Neresinde olduğunu görebilecek kadar keskin mi gözlerin? Bir insan evladının kalbine neler yaptığını görüp bunu kaldırabilecek kadar cesur mu peki ya senin yüreğin?
Ağzımdan çıkanlar hep aynı, ben hepinize aslında aynı şeyleri söyledim. Bu yüzden hiçbir zaman "en çok" diyerek seçemedim. Yine de zeytinyağı gibi her seferinde en üste çıkan sen, tüm bu berraklığı bozup dağıtan yine sen. Ve deveyi diken insanı siken lafını öğrendiğimde ben daha hepinizden bile küçükken.
Ellerimle kendimi yapmaktan bahsediyorduk geçen gece kadim bir dostumla. Bunun sana ayıldığında ne kadar saçma geldiğinden bahsedebiliriz mesela şimdi. Hayatımız boyunca tekrarlanan bir plak gibi. Hep senin seçtiğin ve ben arkamı döndüğümde yaptığın tüm pislikler yüzünden sana bir daha asla güvenmeyeceğime dair ettiğim tüm yeminler. Bugün burada, bu tertemiz çarşaflar üzerinde, birkaç filmle duvarlarımı parçaladıktan sonra, sadece birkaç kelimeye muhtaç beklerken, daha kaç kere duygusal tecavüze uğrayacağımı düşündürüyor bana. Oysa ki su ve sabunun yıkayamayacağı, yıkayıp da arındıramayacağı hiçbir şey yok büyüklerime göre. O halde önce geçmişini yıkayacağım, sonra seni arındırıp alnına bir öpücük konduracağım. Ve yine sonsuza kadar susacağım. Arkamı döndüğümde yine çamurda alacaksın soluğu, çünkü ne ben senin içindeki kirlenme isteğine iyi geleceğim ne de sen benim konuşmamı ve sana güvenebilmemi sağlayacaksın.
Tüm matematik kurallarına rağmen, sağlaması asla yapılamayan ikili (iğrenç, yoo hayır seni çok sevdiğim) bir ilişki.
Benim hiçbir şeyim kalmadı artık. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan insan, bu hayatta en çok korkman gereken insandır. Ve sen ve benin dünyaya verdiği zarar, elimizin kiri yüzünden çıkan savaşlardan katbekat daha fazladır.
Şimdi ben birkaç beden daha eskiteceğim üzerine, her seferinde daha da derinime. Şimdi sen birkaç yeni düşünce daha keşfedeceksin, her seferinde daha da kendi kendine.
Peki ya sonra ne olacak?
Tüm bunları söyleyebilseydim sana, ve sadece bu soruyu sorabilseydim sonunda yine de inanmazdım vereceğin cevaba.
İşte bu yüzden sonsuza kadar, aramızdaki her şey, dünya üzerindeki tüm canlılar, evren, bulutlar, güneşler, yağmurlar, aylar, haftalar, yazılar, şarkılar, arkadaşlar, tüm hatıralarımız... Bunların hepsi yok olup silinene kadar (sen böylesine yoğun çabalarken, bu süreç daha da kısalacak) sadece ve sadece yazık olacak.