Ocak 30, 2011


Bu sabah sevgilim beni terk ettiği için yanıma bir şarkı ve bir Bueno alıp Londra'ya gitmek zorunda kaldım. Kendimi mutsuz hissettiğim zamanlarda hep yaptığım gibi onca yolu gidip kaldırımları ıslak o şehire vardım.
Yol boyunca aynı şarkıyı dinledim. Telefon kulübelerine girip cebimdeki bozuk paraları harcadım. Hiç tanımadığım insanları arayıp onlarla Almanca konuşmaya çalıştım.
Ben beceremedim ama onlar da beceremediler aslında.
Sonra turist otobüsüne binip dolaştım uzun uzun. Kullan-at makinemle fotoğraflar çekip makarayı bitirdiğimde makineyle beraber attım.
Hayatın bu kadar düz ve mantıklı olduğuna inanabilseydim eğer.
Sizden biri olurdum.
Olmadım.
Olmayacağım.
Çünkü hayat bu kadar basit değil. Hayat bu kadar "olasılıklar silsilesi" değil.
Pembeler var içinde.
Maviler var gökyüzünde.
Yeşilin en güzel tonları her zaman benim içimde.
Güneşten turuncuyu alıp, kumsaldan sarıyı...
Kalbimdeki sevgiden kırmızıyı...
Boyayamayacaksak en güzel dünyayı,
başkasına bırakalım.
Umutlarımızı bir şişeye koyup denize fırlatalım. Biz bilemedik, belki balıklar bilir diyelim.
Unutalım.
Londra'ya gidelim.
Çikolata yiyelim.