Ocak 23, 2008

Şimdi sen her şeyin sana müptela olduğunu düşünüyorsun biliyorum. Dünyayı döndürebilecek kadar iyisin hatta. En iyisisin diyorum. İnanmıyorsun. Benden iyi bir şeyler duymayalı kaç sene oldu? Kaç dakika ya da...
Öyle bir hayat ki filmlerin üzerinde kitaplar, sayfalarında minik, minicik -gözle görülemeyecek kadar silik kahve lekeleri. Halıya düşen izmarit kendi halinde bir yuvarlak oluşturmuş. Ateş değdiği her şeyi sertleştirmek zorunda mı?
Şimdi sen, yokuştan düşen kız... Dizlerindeki yaraların kabuklarını bir bir kopartıp oturduğun kaldırıma koyarken yıkılmış o binaya bakıyorsun. Ne o, yoksa ağlıyor musun? Evet biliyorum. O kadını sen de tanıyordun. Yokuştan düşerken bir tek onu görüyordun. Elleri soğuktu bence. Biliyor musun öldü o kadın. Bir gecede, evinde, kimsesizce. Cenazesini görmedim. Önce camlarını kırdılar, sonra kapısına tuğlalar, duvarlar... Yerden aldığım tebeşirle hoşça kal yazmak istedim. Görseydin kesin halime gülerdin. Hala eskisi gibi mi gülüyorsun? O'na bakarken mesela?
Şimdi sen zamansız bir hayatın varlığını geçiriyorsun aklından. Ben öyle olmasını istiyorum belki de. Beyazla karışık siyah. Yaralarına griyi sürsen, bulutlar sana göz kırpıp üzerine ağlardı. Elimi tutma istedim ama karşıya geçerken yalnız kalmak değildi beklediğim. Her git denildiğinde gider misin sen böyle usulca?
Şimdi ben bir caddenin ortasında bana çarpmayan arabalara teşekkür ederek gelmeni bekliyorum. Şanslı olduğumdan söz edebilir miyiz kahvelerimizi yudumlarken? Kokunu koltuklarda, masalarda ve kasada bırakmamanı öğretmediler mi sana?

Yokuştan düşen kız, yazık değil miydi sana... Peki ya bana?