Küçük odaya taşınmıştım ben. Güneş neredeyse gözüme doğuyordu ve hayat ne kadar da iğrençti.
Odalarımız yaşam alanlarımızsa içindeyken nefes alınabilmesi gerekir.
Fakat odam o kadar küçüktü ki aynı anda nefesi ve güneşi misafir etmem yerimden kıpırdamamı güçleştiriyordu. İki (2) kişi sığabilirken üç (3) imkansızı istemek oluyordu. Bu durum bir son bulmalıydı ve duvarlarını genişletme imkanı olmayan terskose, duvarlarını doldurmayı aklına getirdi. Tanrım ne kadar da yaratıcı! Önce iki küçük resim astı, ardından bir iki poster ve siyah beyaz fotoğraflar -ki onlar vazgeçilmezler. Böylece odasına ısınan, güneşi defeden genç ve zeki çocuk aklına hayran kalarak günlerce duvarlarını izledi. Bir gün gelip de onlar çocuğu terk edene kadar.
Bugünlerde fotoğraflar ve posterler birer birer düşmeye başladılar. Yapıştırıldıkları duvarı terk ederken benden de bir şeyleri alaşağı ediyorlar. Gitme mevsimi geldi geçiyor ve ben hala, çaktığım kazığımla kıt'a duruyorum. Yerimde sayma lüksüm bile elimde yokken gideceğim günleri düşünüp türlü ağıtlar yakarak apartman sakinlerini rahatsız ediyorum. Bu ağıtlar bazen Oi Va Voi bazen Hande Yener, zaman zaman Gripin zaman zaman Göksel, bolca Nil Karaibrahimgil ve asla Emre Aydın şeklinde oluyor. Tüm Türk gençlerinin aksine E. Aydın ve H. Cepkin'den şiddetle nefret ediyorum. Böylece kendimi kesecek kılıçları şimdiden bileyliyorum ve ortalığı kızıştırıyorum ki can sıkıntım geçsin.
Neyse ne diyordum ben, evet acilen buralardan gitmek lazım. Diğer gidilecekler çorap söküğü gibi ardından gelecektir. Gitmek ve gelmek tezatını da aynı cümlede kullandığıma ve tüm'ü redderek bireyselliği savunduğuma göre bir gazetede köşe yazarı olabilirim. Onlar da beni bekliyorlar ya zaten...
Ağzımızda "Kibir", uygun adım marş komutunu bekliyoruz, ellerimiz havada İstanbul'u agrandizör kadar çok seviyoruz.