Gece. Yoldayım. Camdan dışarı bakıp ışıkları izliyorum. Biz mi onları geçiyoruz, yoksa sabitiz de onlar mı yol alıyor kavrayamıyorum.
Evimden çok uzağa gidiyoruz, ben ve eşyalarım. Bir ara seni görüyorum uçsuz bucaksız tarlaların ortasında. "Burada ineceğim" diye bağırıyorum. Duymuyorlar, durmuyorlar. Camları kırdığım için beni otobüsten atıp eşyalarımı kaçırıyorlar. Kimbilir kim giyecek artık o çok sevdiğim kazağımı...
Ardıma bakıyorum, yoksun. Yol boyunca meyve satan adamlar ve yanlarında karıları. Satmak için tahta sandıkların üzerine çocuklarıymış gibi özenle dizdikleri kavunları.
Adamın yüzü, kadının çocuğu yok. Rüzgarın dövdüğü çadırda her gece kavunları emzirmeye çalışıyor. Memesinden sızan süt kabuklardan oluk oluk akıp yere damlıyor. Yazık, toprakta bir şey yeşermiyor.
Yol boyunca ağaç süsü verilmiş ışıkları meyve sanıp koparıyorum dallardan. Hırsla ısırıyorum açlığımdan. Önce dudaklarım kesiliyor parçalardan, sonra dilim bir daha birleşmemek üzere kopuyor ağzımdan.
Toprak kurak ve çorak, üzerime kar yağıyor. Üşüyorum, kanıyorum. Bir an tüm gücümü toplayıp yine ardıma bakıyorum. Yoksun. Camlar var sadece kırılmış ve biraz da kan daha yeni dudaklarımdan akmış.