Atasözlerinden girip nereden çıkacağımızı bilemediğim bir zaman. "Havlayan köpek ısırmaz" cümlesinin tümevarımında gidilen nesnenin köpek olduğunu düşlemiştim hep. Oysa ulu büyüklerimizin, ulu çınar gibi elleri öpülesice, her pazar ziyaret edilesice, ayaklarımıza terliklerimizi giyip sırtımızı pışpışlayıp bir elmayı ikiye bölerek yarısını bana yarısını yaşça büyüğüme vererek termal ısıtmalı yerleri hep sıcak hangi taşın üzerine gitsem ayağımı nerede gezdirsem soğuk bir köşe bulamıyorum anne ben bu evde nefes alamıyorum hadi buradan gidelim peki ya buradan nereye gidelim buralardan nerelere gitmeliler ve ben yaptığın yemeği yiyemiyorum çünkü senden nefret ediyorum desem ve suratına tükürsem ve saçını çeksem ve gözlerine şiş soksam ve kulaklarını kanatsam ve tırnaklarımla derilerini yolup damarlarını patlatsam ulan anca rahatlayacağım ve evet ayaklarınıza terlik giyiniz hayır yahu yerler çok sıcak sizin eviniz cehennemin tam da üzerine kurulmuş yerler çok sıcak soğuk bir köşesi olmayan eviniz cehenneme açılan gizli bir kapı yalnızca benim bildiğim bir geçit aslında ve ortalığa saldığınız kamçısını eksik etmediğiniz bu zebani bu bekçi bu pazar günleri eşlikçisi sizin yarattığınız en kötü tohumken siz ulu büyüklerimizsiniz.
Havlayan insan ısırır mı peki diye sorsalar şimdi bana, elbette ısırmaz derim. İnsan neden havlasın diye sorarım önce bir, sonra durup düşünürüm insan neden ısırsın peki diye. Evin her köşesinde, bizim evimizin, taşları soğuk, her köşesi soğuk evimizin her yerinde ayrı ayrı durup kendimi her yer karosuna sığdırmaya çalışarak ve biraz da/bazen de tek ayak üzerinde durarak insanlar üzerine düşünürüm. Senin mesleğin ne dediklerinde dışımdan gazeteci içimden insanlar üzerine düşünmek derim ve kıs kıs gülerim ardınızdan. Sonra siz ardınızdan güldüğüm için beni bir daha aramazsınız ve biz küseriz. Hiçbir bayram barıştırmaz bizi, her yeni yılda yatağımıza küs gireriz. Aramıza ne arkadaşlarımız, ohooo bakanlar ve başbakanlar ve reis-i cumhurlar ve kainatları yaratanlar girer de ben nuh derken ve peygamber diyemezken, dünya aslında yıkılır. Benim başıma yıkılır ancak altında kalmam. Dünya altında kalınacak bir yer olmaktan çıkar, hepimiz üzerine abanırız ve içimizi dünyaya boşaltırız. Sonra o dünyadan türlü türlü orospu çocukları doğar. Tarlada yeşeren ve büyüyen ve yayılan ve kargaların korkuluktan korktuğu için yanaşamayıp gökyüzünde uçarken ya da tünedikleri bir ağaç dalında bekleşirken bakıp da küfrettikleri yeşil renginde, insan isminde bir takım çocuklar. Onlar durmadan ağlarlar. Ben taş atarım, kargaları kaçırırım. Sonra iktidara dinciler gelir. Dinciler her yere gelir. Evimize falan bile gelirler.
"Sana bi' çay koyiim de için ısınsın" derler ve ben gazete kağıtlarıyla camları kaplarım. Karartma zamanlarında odanın ortasında ışığı kısık bir gaz lambası yakarım. Sonra babam ve arkadaşları gelir ellerindeki boyaları tinerler ile, sile sile, benim çektiğim çile çile, duvarlarda hep aynı yazı "Haziran'da ölmek zor" oysa ki bilmezler biz şimdiden, biz aralıktan ocaktan şubattan çalışıp haziranda ölürüz. Biz zaten öldük tatlım hepimiz birer ölüyüz. Salonumuzda bembeyaz kefenler, içinde köyden getirdiğim su kabaklarıyla yıkadığım küfürler. En derin mezarı kendim için ben kazarım, teker teker öldürdüğüm soyumu sopumu içine atarım. Sonra üstlerine bir tükürük, elimde bir sigara, üstlerinde tepinirken ve köpek dişlerime takıp sıyırdığım kemikleri toprağa gelişigüzel atarken bir de ıslık çalarım. Hem de o biçim çalarım.